27 Ağustos 2007 Pazartesi

Çok sinirliyim...

Sabah koşarken bir baktım sokak köpeğinin ön ve arka ayağını birbirine olta ipi ile bağlamışlar... Sahilde düşe kalka yürüyor...Müdahele ettim hemen tabii...

Hayvancağız evime kadar peşimden koştu. Duş yapıp kahvaltımı ettikten sonra işe gelmek için çıktığımda hala evimin önündeydi...

Nasıl insanlar bunlar ya? Yok bu ülke hızlıca bütün cazibesini iyiden iyiye kaybediyor benim için! Bu insanlarla beraber yaşıyoruz...İstemiyorum bu insanlarla aynı yerde yaşamayı...

Sinirliyim...Çok sinirli!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

22 Ağustos 2007 Çarşamba

I can't quit you!

Bazı günler böyle geçiyor. Kötü zamanlar hiç aklıma gelmiyor. Hep güzel günlerimiz. Birbirimize sarılıp uzanmamız, sabah ve akşam beraberliklerimiz, birlikte dondurma yememiz... Birlikte uyumak, birlikte uyanmak...Bakışlarımızla birbirimizi anlamak...Ben uyurken beni gelip öpmesi, ben ağlarken beni teselli etmesi...Beni koruması...Birlikte yaptığımız geziler...


Eve koşarak geldim, mutfağımda bulaşık makinemin yanındaki boşlukta yarım kalan kemiği duruyor hala... Yere uzandım ve seyrettim dakikalarca...Ağlamak iyidir derler, sistemden çıkartırmışsın...Ne zaman çıkar sistemimden bilmiyorum... Çok da umurumda değil...Drama yaratmıyorum ama duygular işte...Bazı günler mutfakta yere uzanıp o kemiğe bakmaktan kendimi alamıyorum...


Vito'nun öldüğü ertesi günü ona ait ne var ne yok, oturduğu koltuklar, uzandığı halılar dahil herşeyi yolladım. Ne kemiklerini, ne tasmasını görmek istemedim bir daha...Kokusunu bile duymak istemedim... Yine öldüğünün ertesi günü bütün fotoğraflarını çıkarttım. Hepsine uzun uzun baktım...Bolca ağladım...Öldükten 3-4 ay sonra farkettim ki yarım kalan kemiği bulaşık makinesinin yanındaki boşlukta kalmış. Orada kalsın dedim. Bıraktığı gibi... Neden bilemedim o an...İyi ki kalmış orada...Bu duyguların gelip gideceğini, arada içimin cız edeceğini biliyordum ama gelip gitmelerin ne kadar süreceğini bilemedim. Çünkü bir buçuk sene oldu, hala gelip gidiyorlar...


Dün akşam Tanya'cığımın Bono'sunun ayağa kalkamadığını, çok ağır şartlarda evde yattığını öğrendim. Bono 14 yaşında bir boxer. Çok yakışıklı bir boxer. Tanya'nın yazısını okuduğumda yine geldiler. Yine kötü oldum. Tam da aynı sabah işe gelirken, İstinye'den Maslağa çıkan yokuşta kavga edip hırpalanmış bir sokak köpeği görmüştüm. Alayım mı götüreyim mi diye dakikalar harcadım o köpekle... Yolun ortasında bir sağa bir sola gidiyor, görmediği için bir 2 yolu ayıran demir tellere, bir yüksek kaldırıma çarpıyordu... Bende arabamın dörtlülerini yaktım ve durdum yolun ortasında başka araçlar çarpmasın bari diye...Gerçektende bir sağa bir sola gidiyordu...Kaldırıma doğru çekmeye çalıştım sesimle...Ama alıp doktora götürme cesaretinde de bulumadım. Üstümde beyaz t-shirt falan var ya... Allah kahretsin...Sanki yenisini alamam. Sanki arabamı yıkatamam... Bıraktım orada öylece... İyi bok yedim...İyi hissetmiyorum kendimi. Suçlu hissediyorum...Biliyorum sokaklarda onlarca, binlerce sahipsiz kedi köpek var. Ama bu karşıma çıktı...Çıkmıştı daha doğrusu...İçim hakiki anlamda huzursuz hala...Nasıl bıraktım orada ya?


Bu moralsizlikle işe geldim, ve Tanya'dan mesaj geldi. Türkiye'de bulunamayan bir ilaç varmış, ya İngiltere'den ya da Amerika'dan getirtmek gerekiyormuş diye... Mail attım NewYork'a ve tabii ikinci evim Londra'ya...Haber bekliyorum...Umarım bu ilaç en kısa sürede Tanya'nın eline ulaşırda, Bono ayağa kalkabilir, kendini daha iyi hissedebilir... Ama bir gerçek var, Bono'da Vito gibi çok sevilen bir köpek.


En önemliside bu...Gerçekten de gerisi hikaye. İnsanın elinden her zaman daha iyisi gelir, ama sevmenin ve sevilmenin sonu yok. Onun gibisi yok. Karşıma çıkan o sokak köpeğini seven hiçkimse yok mesela. Yalnız orada muhtemelen ölüme terk edildi...Tanya'ya buradan onu söylemek istedim...Tanya çaresizce oturduğunu düşünüyor ama yanılıyor. Tanya o çok özel duyguyu taşıyor zaten Bono için ve yeter ki bunun farkında olsun...


Köpeklerin en güzel tarafı sevgine karşılık vermesi...Sevildiğinin kıymetini çok iyi bilmesi...Onun için verdiğin yemekten, aldığın ilaçtan ya da mamadan çok daha önemli...Seni sadece seviyor. Sevilmeyi bekliyor. Sadece sevmek lazım onları bu durumda...Bol bol sarılıp öpmek... O zaten bu kadarıyla yetiniyor. Zaten beklentileri bu yönde... Bono bunun kıymetini çok iyi biliyor, onun içinde bu önemli zaten...


Biz insanlar bunu zor anlarız, çünkü sevmenin ve sevilmenin kıymetini bilmeyiz. Ne kadar önemli birşey sevilmek... Koşulsuz...Birlikte vakit geçirmekten zevk almak... ve asıl bunun değerini bilmek. İnsanlar bilmiyor bunu...Siz kaç köpek tanıyorsunuz, sizi sevsede kendi yolunda gitmek isteyen? Kaç köpek vardır size bağlanmaktan korkan? Hangi köpek sorumluluktan kaçar? O yüzden onları hakettikleri gibi sevmek onlara en güzel ilaçtır...Hakedenleri sevmek lazım... Sevgiyi hakedenleri...Senin sevgini, çünkü hayatta daha değerli bir duygu yok!


Tanyacığım, lütfen elinden hiçbir şey gelmediğini düşünme. Sen Bono'yu seviyorsun ve Bono da bunu hissediyor...Elinden başka gelmesi gereken hiçbirşey yok. Sakın yanılgılara kapılma. Sakın "bunu da yapabilirim"leri düşünme...Sakın "keşke bunu da yapsaydım, böyle yapsam daha mı iyi olurdu"ları ağzına alma, aklına getirme...Aptalca düşünceler onlar...Her zaman daha iyisini yapmanın bir yolu vardır, ve bu kaygıyı taşımak yersizdir...Çünkü sonunu bilemeyen bizler her zaman şöyle olsa daha iyi olurdu'larla düşünmeye mahkumuz...Yetinmeyi bilmediğimizden, aç gözlülüğümüzden kaynaklı...Ama sevmek çok güzel ve kıymetli bir duygu, ve Bono bunu en iyi hisseden, kıymetini gerçek anlamda bilen varlıktır...Sen zaten onun sevgisine karşılık vererek ona yapılacak en güzel ilacı veriyorsun...


Ve son olarak şunu eklemek isterim ki, Bono çok güçlü bir boxer. İlacı gelince ayağa kalkacaktır, ama bu da senin ona daha çok sarılacağın, onu daha çok öpeceğin günler olacağının göstergesidir... Biftek yanaklarından kocaman öpüyorum Bono'yu...

14 Ağustos 2007 Salı

Patlamış Mısır - Dondurma - Diet Cola aşk üçgeni

Madem yaşım itibarıyla, sağlıkla ve özellikle sağlıklı beslenmeyle kafayı bozdum, madem deli gibi spor yapıyorum ve kendime iyi bakmaya çalışıyorum; bunu adam gibi yapayım dedim. Gittim bir diyetisyene... "Ben öğün çok atlıyorum, et hemen hemen hiç yemiyorum, süte ve yumurtanın kokusuna tahammül edemiyorum, tereyağını ağzıma sürmem, Çikolataya bayılırım, dondurmaya taparım, e bir de 10 kutuya yakın Cola içtiğim günler var, nasıl sağlıklı beslenebilirim?" Neleri yanlış yaptığım belli de, doğrusu nedir, neler yapmalıyımı öğrenmeye gittim... Yarın sabahta kan şekeri, kolesterol, böbrekler, karaciğere falan baktıracağım... 1 ay boyunca adam bana program hazırlayacak...Ama bir şartla dedi; Diet Cola'yı kesiyoruz... Korku filmi gibi...Bırakamam diyorum; gelme bana diyor, neyse günde 1 kutuya izin aldım, ama zor bir hafta geçiriyorum, gelmeyin üstüme...


İlk aşkım diet cola...Daha üniversite yıllarımda başladım. öğlene kadar 3 kutu rahat içerim - insanlardan utanmasam non-stop içeceğim ama utandığımdan ve laf yemek istemediğimden 3 kutu ile sınırlı tutuyorum - daha doğrusu tutuyordum. Günde 10-11 kutu diet cola içen kim var? Üstelik abartmıyorum yaklaşık 15 senedir... Belki daha fazla... Eski koca pek de sevecen olmayan bir ses tonuyla şöyle derdi : "Verda, bak bu mermer taşı, üstüne hergün aynı miktarda cola dökelim, en fazla 5 yılda muhakkak erimeye başlar. Senin midenin nesi var? Nasıl dayanıyor? İçme artık, yeter!" "Böyle demeye devam, hemen bırakırım, nasıl da ikna ettin beni!"

Aynı şekilde dondurma... O da ikinci aşkım. O da üniversite yıllarımda başladı. Londra Üniversitesi... Aahhh...Londra... Başka bir konu orası...Cuma geceleri gece klupleri gezildikten sonra, hafif sarhoş kafayla evime gelip, 1 kg dondurmamı alıp, fırın eldiveni yardımıyla, Channel 4'da dizi seyretmeye bayılırdım...Bu da abartı değil, bir kutu dondurmayı rahatlıkla bitiririm. Fırın eldivenleride dondurma kutusunu üşümeden tutabilmem için...Hala öyle yerim... Bir ara beslenme kaynağımdı. Burada bu memlekette pahalı; Londra'da da çok ucuz değil ama buradan daha iyi fiyatta Haagen Dasz... Vanilla Pecan dondurma...Haftada 5-6 kutu rahat biterdi. Eski erkek arkadaşım "ice cream verds" derdi bana. Hala soruyor dondurmaya devam mı diye...Devam - dı! Istanbul'da da bilirsiniz, Modalı Ali Baba...Bademlisine bayılırım (çok canım çekti şimdi ya)...Onu da yemeyeli 1 seneye geliyor...Yolum düşmediki Moda'ya... Düşse, kutu kutu alıp stoklayacağım...Bulunsun dolapta!


Ve patlamış mısır... Onunla aram dondurma gibi iyi değil, ama çok severim...Kim sevmez ki onu zaten...Abartılı yemezdim onu, sadece aklıma geldiğinde...Ya da sinemalarda...Kova kova...Tabii yanında 2 ltr diet cola ile... Onsuz olmaz...






İyi mi ettim bilmiyorum; zaman gösterecek ama bu 3 aşkıma veda ettim - şimdilik... Yarın şu testleri yaptırayım bakalım tahribat varsa nedir - ben yine de acaip iyi çıkacağını düşünüyorum ama bakalım...
Bakalım neler olacak?

7 Ağustos 2007 Salı

I wake up and it is just "A bad dream"

Yukarıda ki başlık Keane'nin şarkısından alıntı başlık... Bir diğer favori şarkım; adamların "Under the Iron Sea" albumunden...

Dün gece kabus gördüm... Ailemle ilgili... Yangın vardı, patlamalar vardı... Yangın ve patlamalar annemlerin evinin içinde ama ev resmen Beverly Hills'de...Ev Beverly Hills'de ama eve giden yolda Migros var; ve bu Migros bildiğimiz Londra Harrods mağazasının içinde... Karmakarışık her yer...Havada bir garip... Garip renkler var gökyüzünde...Fırtınamsı ama yağmur yok... Garip bir rüzgar... Arkadaşımla birlikte Laurel Canyon'dan çıkmışız, eve dönüyoruz... Annemlerin evinin önüne geldiğimde bir bakıyorum, yangın var - ama patlamalar eşliğinde...Ev Beverly Hills'de dedim ama Harrods - Migros acaipliği gibi, sokakta da bizim bakkal var... Bizim evi seyrediyor... Eve gelipte yangını görünce haliyle eve dalıyorum, ama cehennem sıcağı var, nefes almak güç... Annemle babam evin salonunda...Annem herşeyden vazgeçmişcesine öylece oturuyor. Bakışları çok korkunç... Annem gibi değil... Gözlerini bana dikmiş, acaip bir gülümsemeyle bana bakıyor... Babam pasaportları, evrakları falan toplarlamaya çalışıyor, odanın içinde bir o köşeye bir bu köşeye koşuyor...Ne annem ne de babam benimle konuşmuyorlar bile...Tüm bunların arasında evin içinde arka odaların olduğu yerde, bir odada kapalı kalmış ablamın sesini, daha doğrusu çığlıklarını duyuyorum... Onu kurtarmam lazım... Bir annemlerin yanına koşuyorum, onları evden çıkarmak için, bir ablamın yanına gidiyorum, kurtarmak için... Ablamın ifadeside beni kötü hissettirdi. Çırpınıyor yardım etmem için ama edemiyorum, bir türlü demirleri açamıyorum (Oda da kapı yok - demir parmaklıklar var)... Ona dokunabiliyorum ama dışarı çıkartamıyorum onu...Çok fenaydı...Annemlerle, ablamın bulundukları odaların arasında uzun bir koridor var; yangın ve patlamalar o koridorda bir başka odada...O odanın yanından her geçişimde, resmen alevleri hissettim. Zaten tam patlamak üzereyken uyandım... Daha doğrusu sıçradım...Çok kötüydü çok...

Ama sonuçta uyandım...Kötü bir rüya sadece...Sadece bir kabus...
Uyandığımda korkudan bir dakika falan kıpırdayamadım...Sadece soğuk terle oturdum... Biraz toparlayınca kalktım ışığı açtım falan...

Bir kere daha Vito'yu aradım..Hem de nasıl...Canım oğluma sarılasım geldi...Damn! Şu köpeklerin ömrü daha uzun olsa... Vitokush'umda uyurken rüya görürdü...Artık kedi mi kovalıyor, karı peşinde miydi bilemem ama uyurken yattığı yerde koşmaya çalışması gözümün önüne geldi de... Burnunun önüne biraz tavuk koyduğum zaman, fişek gibi uyanırdı... Canım biftek yanaklım, koca adam...Hiç kimse senin yerini tutmadı ya...

4 Ağustos 2007 Cumartesi

Keane! Keane! Keane!

Hopes and Fears & Under the Iron Sea... Great albums!!!

And "nothing in my way"!!! What a great song...

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Kırmızı et ve ben!

Ben farketmeden öyle bir hayata girdim ki; herkes bana iyi gözüktüğümü, aşık olduğumu dolayısıyla mutlu olduğumu falan söylüyor... Güzel bir hayatım vardır. Dolu dolu..Hobilerim vardır, keyif alarak yaptığım ve kendi kendime mutlu olmasını iyi bilirim de, bende ki farklılık beslenme ile ilgili...

Sabahları spora adadım kendimi... Kahvaltımı hiç kaçırmıyorum artık. Çok değil 7-8 ay evveline kadar kahvaltı diye bir öğünü bilmezdim desem yeridir. Hiç sevmezdim. Ama dedim ya konu üzerinde çok da düşünmeden artık her sabah muhakkak kuru kayısılı ya da incirli müsli yiyorum. Arkasından espresso... Günboyu litrelerce su içiyorum - eskiden bir bardak suyu belki ama belki bir ay içinde tüketirdim (yemin edebilirim); bu sayede bacaklarım eskisi kadar su toplamıyor... Haftada en az 1 kere balık yiyorum - ok bu eski bir alışkanlığım... Eski yaşam tarzım olan aburcuburları aklınıza gelebilecek bütün 'pis' şeyleri tamamiyle çıkarttım - farkında olmadan aslında - dondurmam dışında...Öleceğimi söyleseler vazgeçmem ondan...onun yeri bambaşka... bir de diet cola'm var, onu da asla bırakmam ama gel gör ki farketmeden onu da azalttım ... Uzun lafın kısası farketmeden beslenme alışkanlığımdaki bu değişim yüzüme, vücuduma yansıdı... çok sağlıklı olduğumu hissediyorum. Şişelerce alkol tükettiğim, kutularca sigara içtiğim, sadece abur cuburla beslendiğim zamanlarda da çok sağlıklı hissederdim de şimdi daha bir başka hissediyorum. Sigara kullanıyorum ama bırakmam... Keyifle severek içmişimdir hep. Hala da öyle...Alkol içinde aynı şey geçerli...Sadece keyifli günlerimde muhakkak masamda olur bir kadeh birşey (ok ya da 2 kadeh!)...



Kendimde yeni şeyler farkettim. Bana yeni yeni şeyler oluyor. Mesela öğün atladığım birgün sonunda çok acıkmıştım; normalde aklıma patates kızartmaları, gnocchiler, dolma mantı falan gelirdi, şimdi farklı. Kocaman bir tabak içinde (mümkünse dev bir kase olsun) sebzeli, belki peynirli, biraz ceviz ezmeli, bol yeşillikli salata geliyor. Geçen akşama kendime taze fesleğen, domates, mozzarella ve yeşilliklerden bir 'treat' yaptım-şimdi bile canım istedi- büyük bir afiyetle yedim. Bu salata işinde çok başarılı olduğuma karar verdim. Hatta keşke resmini çekseydim diye düşündüm, ama okuduğum dergiye dalmışım..
Yummm...Yukarıda ki resimden bile daha güzel görünüyordu...



Bütün bu salata furyasında, en sevdiğim balık bile gelmiyor aklıma... Eti zaten unuttum...Hatta öyle ki özellikle kırmızı et miğdemi bulandırmaya da başladı.... Geçtiğimiz günlerde, arkadaşımla birlikte yemeğe gittik. Beyefendi, kırmızı et siparişi verdi...Yemekler masaya geldiğinde fark ettim ki, bu eti ne canım çekiyor ne de kokusuna tahammül edebiliyorum...Vegetarian mısın sorusuna cevabım net oldu : evet!!! Öbür türlü bir sürü anlat, sonra yok protein yok kas erimesi anlatsınlar sana.. Ne uğraşacağım... Ne dinleyeceğim... Kısa kestim. Oturup da anlatmak istemedim... Ne gerek var keyif yapmak varken... Herkesin muhakkak bildiği bir şey vardır beslenme konusunda; ama dikkat edin en iyi bilenler genelde beslenme sorunu en çok olanlardır...

Benim konu ile ilgili bildiğim canımın çektiğini yapmaktır. Ama bu aralar canım broccoli, karnıbahar, kabak, patlıcan, taze fesleğen, balık, bulunduğumuz mevsim itibarıyla bütün meyveleri (tazesi, kurusu) çekiyor...hmmm ya da susamlı ıspanak salatası...tarifi isteyen varsa :) burdayım!!!