31 Aralık 2008 Çarşamba

Happy Pink New Year!


Herkese mutlu yıllar!!!! 2008 yılı için sağlık, spor, huzur ve verim yılı olsun diye dilemiştim. 2009 yılı içinde yine önce sağlık, sonra huzur ve verim yılı olsun diye diliyorum. 2008 benim için çok güzel bir yıldı. Dolu dolu geçti...Hemde her ayı. Hele son 6 ayına bir sürü şey sıkıştırdım. Sayısız güzel yemeklerin, günlerin, düğünlerin, kısa tatillerin yanısıra, Rodos tatili, yelken yarışı, Küba tatili, Havana'da evlilik, Arnavutköy'den Moda'ya taşınma, bir bebek... Hemde kız bebek...

Dün doğumgünümde öğrendik... Çok erken olmasına rağmen, doktorum % 85 kız geliyor dedi. 10 gün içinde kesinleşecek. Amanın, ne hediye oldu bana... Bir kız! 

Buradan sevgili arkadaşlarıma duyurayım dedim. Tabii önce sağlıklı olsun. Sonra... Bakalım göreceğiz... Amanın! Amanın ki ne amanın!!! 

İşte böyle sürprizlerle dolu bir yıl oldu, önümüzdeki yıl da öyle olsun. Güzel sürprizlerle dolu dolu olsun... Ve yine her yılın sonunda olduğu gibi şunu söylemek istiyorum : 

Herşeyin daha iyisi vardır, ama unutmayın herşeyin daha kötüsü de var. Sahip olduklarımız herşey için şükredip, risk almaya devam!!!

2009'da yeni yazılarla görüşmek üzere!!!


22 Aralık 2008 Pazartesi

Kar

Lapa lapa kar yağsın istiyorum. 

Seneler evvel yağmıştı. Tam 4 gün işe gidememiştik. Şahane bir 4 gündü. Ben işten çıkıp eve kadar yürümek zorunda kalmıştım.
 
Ama ne maceraydı. 

Öğlen 2 gibi Maslak'taki binadan çıktım, Levent'te en sevdiğim arkadaşlarımdan Çağrı
 ile buluşup bir şişe kırmızı şarap alıp, Etiler'e kadar birlikte yürümüştük. 
Levent karlar altında bir başka güzel...Şiirsel kareler çıkardı, ama fotoğraf makinem yanımda yoktu maalesef. Aklıma kazımışım. Dün gibi hatırlıyorum o kareleri... 

O kadar şiddetli kar yağıyordu ki, yürümek inanılmaz zordu. Çağrı ile vedalaştıktan sonra, Etilerden Arnavutköy'e yürüyebilmem yaklaşık 2 saatimi almıştı. Tipiden sebep. Ve inanın yokuşun sonuna gelip - saatler yaklaşık 8'e gelirken - sahile indiğimde bizim köfteci Ali Babanın kahyası - 10 adımlık yol kalmasına rağmen -  beni eve kadar taşımıştı. Yürümeyi bırakın, ayakta duramıyordum... Ayaklarım donmuştu çünkü... Eve geldiğimde annem üfleye üfleye açtı ayaklarımı...

Ama olsun. Ben yine de şikayet etmedim hiç. Gece boyu canım Vito'mun kalorifer efekti olan ağzı, yanakları! kucağımda,  karı seyrettim pencereden. Sıcak bir çatı altında olduğuma şükrederek. Hiç durmak bilmeyen kar sonrasında 
sabah uyandığımda Vito ile rutin yürüyüşümüz bambaşka bir keyif vermişti. Hele eve dönüp işe gidilmeyeceğini öğrendiğimde..Ohhh... Deymeyin keyfime... Vito ile sokaklarda geçirdiğimiz zamanda ne bir araba vardı yollarda, ne de bir insan... 
Sadece biz ve karın o inanılmaz sesi - ya da sessizliği... 
Acaip bir duygu şu kar. Ve ben hem karı hem de yarattığı o huzur duygusunu çok seviyorum. Arkasından çamur, trafik, kaos getirsede... Çok ama çok seviyorum karı...

Metereoloji artık genelde doğruyu söylüyor ve dediklerine göre İstanbul'a ilk kar Çarşamba günü yağacakmış... Umuyorum doğrudur.  Çarşamba için 2 temennim: Şebnemin temiz raporları... Ve lapa lapa kar... Evde mahsur bırakan cinsinden...İri iri yağan cinsiden...Çünkü bu sene maalesef kayağa gidemeyeceğim ve karı doya doya yaşayamayacağım... 

19 Aralık 2008 Cuma

Hamilelik ve bir stil!

Hamileliğimin 3. ayını geride bıraktım. Bir terslik olmazsa eğer, 30 Aralık günü bebeğin cinsiyetini öğreneceğim. Heyecan dorukta. Bilmek istiyor muyum emin değilim. Çok da önemli değil çünkü, sağlık en önemlisi... İşin komik tarafı 30 Aralık benim doğum günüm. Bakalım doğum günü hediyem ne olacak? Kız mı? Erkek mi? Bu da işin eğlenceli kısmı...

Eğlenceli olmayan başka bir kısım var. Hani o rezil bulantılar geride kaldı gerçekten. Kendimi biraz daha iyi hissediyorum. Bugün de ikili test dedikleri test de olumlu çıktı. 
Ocak'taki üçlü teste kadar içimiz rahat. Ama hala bir takım riskler olduğu için 4. ayın sonuna kadar kesin istirahat söz konusu. Ama benim canımı sıkan başka bir konu var:
Hiç birşeye ama hiçbirşeye sığamıyorum. Dolabımın neredeyse tamamı hep small size. En  büyük beden 38. O da kapanmıyor. Çok sevdiğim jeanleri giymek hayal oldu bile. Karnım zaten kaşınıyor arada, bu da genişlediğim anlamına geliyor. Pijamalarım bile small. 2 tane bol dökümlü pijamam var. Devamlı onlar üstümde. Utanmasam 40 yılda bir  sokağa çıktığım zamanlar (doktora ya da kapı komşumuz balıkçıya) bile pijamalarımı giymek istiyorum.
Alışverişe çıkamadağıma göre, Cemilin dolabını biraz karıştırayım dedim. Ama ondan önce şöyle bir internete göz attım... Amanın neler var neler. İç çamaşırlarından özel tshirtlere... Konuyla ilgili bana yardımcı olabilecek biri var mı? Belki ablama, anneme rica ederim benim için bir - iki şey almalarını... Ama nereden? Ya da normal mağaza alışverişinde 2-3 beden büyük beden mi almalıyım? Ne kadar zormuş... Çok kilo almam diye düşünüyordum ama evde oturmaya mahkum olup, bütün gün mayışıp sadece yemek yediğinde nsan ister istemez kilo alıyor. Ben toplamda 4 kilo almışım. 54-55 kilo başladım; 59 kilolardayım. Amanın!!!! Terazide görmediğim rakamlar!!! Neyse normaldir de, şu kıyafet işi canımı sıkıyor. Giyimi rahat, ama çok da hamile hamile elbiseleri olmayan kıyafetler giymek istiyorum...En azından hamilelikten sonra da kullanabileceğim şeyler...O yüzden her türlü fikire açığım... Önerileriniz var mı? Bildiğiniz bir adres? Özellikle jean ve pantalon için...


Not: Yukarıdaki resimler Anne Geddes'in sitesinden alınmıştır. Bu kadının fotoğraf çalışmalarına bayılıyorum. Acaip tatlı resimler var. Arada sizde bir bakın. Çok eğlenceli!

5 Aralık 2008 Cuma

Kızartmalar gelsin!

Bugün Arnavutköy'e, annemlere yemeğe gittik. Canımcımlar benim için, sırf merdiven çıkmayayım, yorulmayayım diye, alt katta öyle güzel yemek hazırlamışlar ki...Ve yine ne kadar lezzetli yemekler, ne kadar güzel bir masa vardı...İnsanın devamlı gidesi gelir... Yine çok , çok keyifli bir akşam geçirdik hep beraber. Keyifle sohbet ettik, güldük...Benim için gecenin en ilginç yanı ise, dün içimden çilek yemek geçmişti -  bu mevsimde ne alaka ama canım çekti işte-ve annemde bunu hiç bilmeden bana çilek almış akşam için. Eve gelipte tezgahın üzerinde kiwilerle süslenmiş çilek tabağını görünce, tüylerim diken diken oldu. Annemle telepati olmuş aramızda sanki... Benim canımın çektiğini bilmeden, almak dürtüsü gelmiş... Bende bir güzel afiyetle hepsini yedim :) Ağzımın tadı değişsede, çilek hep lezzetli bir meyve...Ve benim ağız tadım o kadar değişmişki... Normalde bayıldığım tatlara dayanamıyorum... Mesela balık... Bu aralar yoğurtta yoğurtun yanı sıra, patatese takmış durumdayım. Patates olunca da fırında patates veya patates kızartması yenmez mi? Kızartmayı hayatımızdan ailecek çıkartalı seneler oldu. O kadar zararlı ki... Ama bu akşam yediğim kızartma bambaşkaydı...Hem de öyle bir kızartma ki... Tefal'in yeni çıkardığı Actifry ile yapılmış, sözde kızartılmış - ama görüntü ve tat aynı kızartma gibi... Herkese tavsiye ediyorum; hemen bugün yarın bende alacağım Tefal'in şu yeni actifry elektrikli tenceresini. Hakikatende ufacık bir kaşık yağ ile yaklaşık 1 kilo patates kızartması... Ve hakikatende çok lezzetli. Hemde çok hafif... Yemek öncesi atıştırmam için anneciğim bana hazırlamış. Bende 1 kilo!!! kadar atıştırdım. Başka kimselere fırsat vermeden... Ama değdi... Makine pek bir marifetli. Sadece patates değil, her türlü gıdayı kızartma (aslında kızartmadan kızartma tadı veriyor) yapabiliyorsunuz. Patlıcan, hamsi, istavrit, kabak... Ne isterseniz... Normal yemek bile yapılıyormuş. Tarifleri paketinin içinden çıkıyor. 
Unutmadan yazmak, sizlerle paylaşmak istedim. Biz test ettik, onayladık. 
'Mucize' tencereyi kendimde en kısa zamanda kullanıyor olma umuduyla....

29 Kasım 2008 Cumartesi

Günün konusu : Sadece gıda!!!


Hmmm... Pazar sabahı... Harika bir menemen ve şahane bir meyve suyundan sonra, blog yazım için masaya oturdum. Cidden öyle güzel bir meyve suyu içiyorum ki halen... 
Kiwi, elma, havuç, armut ve mandalina karışımı... Taze sıkılmış meyve suyunun sayısız yararlarının yanısıra, sigara bırakmaya da yardımcı olucu etkisi var... Neyse, hafta sonuna dönelim.. Cuma akşamı güzel bir akşam geçirdim. Daha doğrusu akşam üstünden başlayarak gece 12'ye kadar olan zaman diliminde (bitmek bilmeyen rezil bulantıyı saymazsak). Malum her gün, her akşam hep evdeyim. Nikah şahitleri hem bana zorluk olmasın hem de yeni bir tatdır diye Moda'da Cibalikapı Balıkçısı'nda yer ayırttılar. Cemil Moda'da yaşamazken bile sırf Koço'ya gelmek için, her fırsatta Moda'ya gelirdik. Bir de Ali Baba dondurmacısına tabii. Dondurmacı, bizim Arnavutköy'deki Girandola dondurmacısından sonra gözümden düşmüştü. Hemde ne düşme!!! Burayı şiddetle tavsiye ediyorum. Böyle dondurma yok İstanbul'da... Ve emin olun, tam bir dondurma delisinden geliyor bu tavsiye...Yolunuz Arnavutköy sahiline düşerse, sakkın ama sakın Girandola'ya uğramadan gitmeyin. Arnavutköy polis karakolunun yanında... Bahar Pastanesi'nin bitişiğinde. Mojitolu ve Portakal Campariyi muhakkak ama muhakkak deneyin. Çikolata bambaşka... Hele karamel... Ufff!!!
Nasıl Ali Baba dondurmacısının dondurması gözümden düştüyse, Cuma akşamı da Koço gözümden düştü. Akşam üzeri, uzuuuuun bir aradan sonra (yaklaşık 2 aydır sporun s'sine bile yaklaşmadım - yaklaşamadım maalesef), yarım saatlik bir yürüyüşün ardından eve gelip, üzerimi değiştirip, Cibalikapı Balıkçısı'na yemeğe gittik. Samimi, uğultusuz, iyi servisin yapıldığı bir ortamda lezzetli yemek yiyebildik. Bayağı da kalabalıktık. Sibel, Giray, Şebnem ve Ali'nin yanısıra, Büşra (doğru yazdım galiba) ve Kaan ile Atanur ile karısı Pınar vardı. Benim cola ya da su kaldırdığım bardaklara, rakılar eşlik etti ve Cuma akşamı yorgunluğuna rağmen herkesin keyfi yerindeydi. Bizim gibi herkesin ilk gelişiydi bu balıkçıya. Hepimiz de olumlu düşüncelerle restaurantı terk ettik. Ben tadamadım, ancak değişik meze (kuru domates sarması) ve yemeklerin/tatlıların yanı sıra, günün balıkları da eminim çok lezzetliydi. Özel durumda olduğumdan mıdır, sadece koskoca bir tabak söğüş karides ile bol yeşillikli salata yedim. Patlıcan salatasını taze esmer ekmekler eşliğinde sıyırdım. Üzerlerine de bol bol limon!!!- limon!!! Oturup 1-2 limonu yiyebilirim. Bulantılara iyi geliyor desem, bana iyi geliyor desem yeridir....Kavun ve peyaz peynirden de biraz tırtıkladım, ama bu yerin özel yemeklerini tadanlar çok iyi olduğunu söyledi, bilginize... Denemenizde yarar var. Sakin bir ortamda güzel bir balık yemek isterseniz, ya da değişik mezeler tatmak için, buraya gelmenizi tavsiye ederim. Sıcak hoş bir ortam...
Cibalikapı Balıkçısı - Moda


Cumartesi günü de, Cuma akşamının verdiği yorgunlukla evde oturarak geçirdim. :( Akşam üzeri 3'e kadar. :) Saat 3'de Cemil ile birlikte, annem, babam ve ablamında (hepsini de ne çok özlemişim, iyi oldu biraraya gelmemiz, en çok da Yasmin'i özlemişim!) davetli olduğu kayınvalideme, yağ mantısı yemeye gittik. Ama ne mantı! Bayağı ağır ama yerken hafif, löp löp gidiyor. Kendimi zor tuttum ve 5-6 adetten sonra salataya yumuldum. 
Sonrasında da, yoğurt... Yoğurt bu aralar en sevdiğim, onsuz bir günün geçmeyeceğine inandığım tek gıda. Reklam olmasın, ama yediğim tüm light yoğurtlar arasında, en çok Sütaş light'ı beğeniyorum. 
Hafif tatlı bir tad var içinde diğerlerinde olmayan. Sütaş kimin bir araştırayımda, ona göre yemeğe devam edeyim. Hatta şimdi bile ağzım sulandı. Hafif çırpılmış Sütaş light yoğurt, içine haşlanmış sebze- kabak ve havuç mesela! -  yummmmmmm.... Dün akşam da mantı sonrasında yedim. Kaynanam (hahahhaha bu kelime beni öldürecek bir gün) bana mango da verdi. En sevdiğim meyve... Bugün benim menü süper yani....

26 Kasım 2008 Çarşamba

Tipik bir günüm...

Zamanımın neredeyse tamamı evde. Neredeyse ne demek! Tamamı. Bir o koltuk benim, bir bu koltuk benim. Elimde sevgili dostum, bir tanecik pc'm 'mac'. Diğer elimde TV kumandası. Önümde ev ve cep telefonum. Arada değişiklik olsun diye mutfağa gidiyorum. Bugün kısır, kabak dolması, irmik helvası, havuçlu kek, zaytinyağlı ayşe kadın fasulye ve ev yapımı ekmek (zeytinli beyaz ekmek) yaptım. Helva eeehh işte... Kabak dolmasında da annemin tadı yok, idare ediyor. Ama diğerleri şahane... Çok sık lavaboyu ziyaret ediyorum. Günde en az 5 kere...Yatak odasına gitmiyorum bile. Çok uzak geliyor...Şaka şaka... Zaten bütün ev benim yatak odam gibi olmuş durumda diye... Diziler (Prison Break) izliyorum, kitap (Leonardo Da Vincinin hayatı) okuyorum, dedikoduları (just jared) takip ediyorum, blogları (sizler) okuyorum, msn'de annemle, ablamla, babamla ve arkadaşlarımla chat'leşiyorum... Hatta her sabah annem ve ablamla aynı anda msn'de chatleşmeye bayılıyorum. Beni çok güldürüyorlar... Özellikle ablam... Bu sabah kasıklarıma ağrı girdi gülmekten! (yok gerçekten gülmekten yoksa daha öyle gebelik ağrılarım yok)...Ama yanımdan ayrılmayan bişey var... BULANTI. Bitmiyor. EN kötü akşam 6'da başlıyor, gece 11'lere kadar sürüyor. EN kötü bulantı akşamları gelen. Sabahları gözümü açtığımda hafif hafif başlıyor hızını artırarak öğlene kadar sürüyor. Bazen tüm gün sürüyor bazen sabah ve akşamları. İçimden yemek yemek gelmiyor. Ama sıkıntıdan elime ne geçerse atıştırıyorum. Hareketsizlikten ve lodostan şiştim. Şikayet gibi oldu ama ben bütün bunların tadını sonuna kadar çıkarıyorum. Ohh ne güzel. Birisi bana geçen sene bu zamanlarda bu durumda olacağımı söylese, hayatta ama hayatta inanmazdım. O yüzden bu yaşadığım değişiklikleri kabul ettim ve tecrübe ediyor olmaktan keyif alıyorum. - ama itiraf edeyim bu bulantı olayı çok tatsızmış...

Gelişmeler ve resimlerle yeniden bir arada olmak üzere....

22 Kasım 2008 Cumartesi

Nereden başlasam...

Resmen  blogumu terk ettim. Onca zaman aradan sonra, dallanıp budaklanmadığına şaşırdım. Normaldir. İnsanların işi olduğu zaman, kendilerine daha çok zaman ayırabildiği bir gerçek. Ben de işe gittiğim zaman sabah haberlere ve maillerime göz attıktan sonra, bloguma girer, yorumları değerlendirir, diğer arkadaşlarımın bloglarına bakar yorumlar yapardım. Bunun en güzel taraflarından biride, yorum bırakmayanların bile hayatımdaki gelişmelerden haberdar olmaları idi. Annem, babam, ablam gibi...
 
Doğal olarak bu kadar zaman ara verince, insan nereden başlarım düşüncesiyle hiç yazmaya başlamak istemiyor. İnanın yaklaşık bir haftadır hemen her gün bir yazı yazmaya başladım. Hepsi de kayıtlar listesinde yayınlanmayı bekliyor. Hepsi de farklı konularda ve hepsi yaklaşık 3 satır. 

Neyse bu da bir başlangıçtır diyor, gelişmeleri aktarmaya devam edeceğim haberimi vermek istiyorum. Kaldığımız yerden hızlıca devam etmek gerekirse, en bomba gelişme, yaklaşık 2 aylık hamile olduğum haberi. Kolay bir dönem geçirmiyorum. Hareket etmeye, aktif bir hayatı olan ben, yaklaşık 1 aydır doktorun ve yakınlarımın isteğiyle, evden dışarı nadiren çıkıp, günboyu uyuyor, ve evet hep uyuyorum. Sadece bu. Diğer dünyayla tek bağlantım bilgisayarım. Arada, ama çok nadiren dışarı yemeğe gidiyorum. 
Ama o da evime yakın yerlerde. Yine Kasım ayı ve babamın doğum günü mesela. 14 Kasım'da Moda Deniz Klubüne gittik. Çok keyifli geçen bir akşamdı. Bir de dün akşam Cemil'in dayısının Istanbul'a yapmış olduğu 3 günlük ziyaretin şerefine Koço'da yemeğe gittik. 

Vücudumun dışındaki hayatla ilgili pek bir gelişme yok; ama sanırım vücudumun içinde inanılmaz değişiklikler yaşamaya başladım. En belirgini bitmek bilmeyen bulantılar...Bir de hiç üşümeyen ben, devamlı üşüyorum. Huysuz, sinirli veya huzursuz asla değilim. Aksine çok sakin ve bambaşka bir huzurla kaplıyım. Şimdi de, önümüzdeki haftalarda doktorumdan gelecek iyi haberleri bekliyorum. Umarım herşey iyi gidecek ve ben eski hayatıma tam anlamıyla olmasa da, kısmen geri dönebileceğim. Bu arada değişim demişken, çok eğlenceli bir site keşfettim. Fotoğrafınızı koyuyorsunuz, 1950 ile 2000 yılları arasında istediğiniz saç modelini kendinize uyguluyorsunuz.... İki örnek var aşağıda çok hoşuma gitti. 

Unutmadan : www. yearbookyourself.com

Ama sizleri arayı çok açmadan,  gelişmelerden haberdar etmeye devam edeceğim... En kısa zamanda görüşmek dileğiyle...Hem de çok kısa bir süre içinde....

15 Ekim 2008 Çarşamba

Havana... Bambaşka...

Küba'dan döneli neredeyse 2 hafta oldu. İnanın oturupda blog yazacak değil, okuyacak vaktim olmadı. Bugün uzun bir aradan sonra ilk defa bünyem ayağa kalkmama izin vermedi. Biraz üşütmüş müyüm, yorgunluktan mı bilemiyorum ama dün gece ateşlendim. Biraz oturabildim de, blogumla ilgilenebiliyorum... Yattığım yerden...
Küba olağanüstü bir yer. Fakirlik, pislik dizboyu. Ama insanlar... İnsanlar bambaşka. Çok mutlu görünüyorlar. Her sokakta, her barda, her yerde canlı müzik yapan bir grup... Bunları önümüzdeki hafta içinde detaylandıracağım. Ve elimde şahane resimler var. Ama ben bu resimlerin içinden en 'anlamlı' olanlarını koymak istedim. Havana Büyükelçiliğinde çekilmiş nikah resimlerimizi... 
2 Ekim Perşembe, Havana'da, sabah 11:30'da, 2 çift arkadaşımızın şahitliğinde, nikahımız yapıldı... Birkaç kare sizlerle paylaşayım...






Havana, Trinidad, Cienfuegos, Santa Clara, Cayo De Blanco, Küba'da ziyaret ettiğimiz şehirler. Cayo De Blanco, Trindad'a yakın mercan kayalıklarının olduğu, elimizle besleyebildiğimiz iguanaların yaşadığı ıssız bir ada... Che Guevara, Fidel, Ernest Hemingway... Küba'da adeta Tanrılaşmış isimler... Hemen her sokak köşesinde çalan Chan Chan, Hasta Siempre şarkıları...Küba ile ilgili öğrenmiş olduğum detayları zamanla sizlerle paylaşacağım... Kısaca ölene kadar unutmayacağım bir tatilin kısa bir günlüğü bu... Şimdilik!!!

Bu arada, bizimle birlikte her dakikamızı geçiren, özellikle nikah günümüzde, günümüzü çok daha güzel kılan arkadaşlarımız Şebnem ve Ali Günergin ile, Sibel ve Giray Kavazoğlu'na buradan teşekkürler... 



24 Eylül 2008 Çarşamba

Havana - Cuba!!!


Yarın sabah itibarıyla, Madrid aktarmalı, Havana'ya uçuyorum. 3 Ekim'e kadar yokum. Sizlere iyi bayramlar dilemek istiyorum... Döndüğümde hem tatil resimlerini, hem de Küba tatili resimlerini bloguma yükleyeceğim ve bloguma bundan böyle daha çok ilgi göstereceğim... Okuyucularım çoğalıyor. Annemi de internetçi yaptık. O da yazılarımı okuyor olacak. Hem yazmak hem okunmak hem yorum yapmak hem de yorum almak keyifli gerçekten...

Neyse şimdi valizleri hazırlamaya başlıyorum. 

Hepinize mutlu günler iyi bayram tatili diliyorum...

Ve 'Off to Cuba' diyorum....

9 Eylül 2008 Salı

Döndüm! Yastık sorunuma bir cevap, please!

Yine çok keyifli geçen bir tatilden sonra, iş stresi olmadan, Pazar akşamı İstanbul'a döndük. Hisarönü koylarından, Gökova koylarına uzanan 8 günlük bir tekne tatili bana çok iyi geldi.Fotoğrafları ilerki günlerde yayınlarım, çünkü yanıma makinemi almadığım için, fotoğrafların tamamını Ali ve eşi Şebnem çekti. Onlardan bir CD alır almaz, buraya koyacağım. Yaşadığım keyfe sizi de ortak etmek için... Umuyorum en kısa zamanda, Cemil'de işlerini ayarlayabilirse, Cuba tatilimizden önce bir haftasonu daha kaçabiliriz... 25 Eylül - 3 Ekim tarihleri arasında Cuba'ya gidiyoruz. Gitmeden önce bana yine kızacaksınız, yine ev işleri sırasıyla beni bekliyor ve yine bir Londra tatili gündemde...Çok az bir ihtimal...

Neyse, sizlerle tatilimin detaylarını paylaşacağım, ama sizlere danışmak istediğim bir konu var: YASTIK! Istanbul'da çeşit çeşit, renk renk, desen desen satılan yastıkçı var mı? Ama yastıklar biraz şık olmalı... Ben arıyorum arıyorum bulamıyorum.... Nerelere bakmam lazım? Bir bilen var mı? Londra olsa, işim kolay! Ama Istanbul'da pek bir yer yok gibi... Bir tek yastıkistanbul diye bir site buldum, Bodrum'da Rıfat Özbek'in... Bodrum'a da yastık almak için gidemeyeceğim... Eeee? Nasıl olacak? Kumaşları beğenip, yaptırmak zorunda mı kalacağım? Bir de ingiliz bir site buldum, cushionparlour diye, çeşit çeşit yastıklar var ve makul fiyatlara... Ama bilemedim sipariş vereyim mi, vermeyeyim mi?

Haberlerinizi, yorumlarınızı bekler hepinizi kocaman öperim...

30 Ağustos 2008 Cumartesi

Tatil zamanı!!!

Canımın içi, ciğerimin köşesi anneciğimin doğum gününü bu gece 3 gün erkende olsa kutladık ve eve geldik. 1 Eylülde doğan annemin doğum gününü, tatilde olacağımdan bugünden kutladık. Meraklandırmayayım sizleri, bugün tatile gidiyorum. Hemde neredeyse 10 gün boyunca. Söz dönünce detayları anlatacağım. Yaz boyu "tatil tatil" demiştim, sonunda çıkıyoruz.  Kendinize çok iyi bakın. Hepinizi özleyeceğim...


Heheeyyyy!!!!

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Zaman su gibi...

Ne kadardır yazmıyorum. Çalışmıyorum ama hergünüm dolu geçiyor. Yine, yeniden kısaca iyi ve yoğun olduğumu söylemek ve bir iki laf etmek için yazayım dedim. Kısa bir Londra seyahati, sayısız akşam yemeği, ev ve ailem arasında yaptığım koşuşturmalar ile yaklaşık bir aydır ne kendi bloguma, ne de arkadaşlarımın bloguna girebildim. Doğru dürüst maillerime bile bakamadım. Ama herşey yolunda. Herşey güzel. Bir sıkıntı yok. Herkesin sağlığı yerinde. Havalarda güzel. Londra'da üşüdüm ama İstanbul'da pek farklı değil. Hele Temmuz ve Ağustos ayları için gayet iyi gidiyor. Geçen yazı hatırlıyorum da; resmen dev bir fön makinesi üzerimize üflüyordu...

Geçen sene kavrulduğumuz Temmuz  ve Ağustos aylarında, bu sene İstanbul'da nefes alabiliyoruz. Hatta öyle ki, 29 Temmuz Salı sabahı saatler sabahın beşinde evden çıktığımda, Arnavutköy'de öyle bir yağmur yağıyordu ki, garajdan arabamızı alıp, valizleri almaya eve gelene kadar, ayakkabılarım ve üzerimdeki eşofman dizlerime kadar resmen sırılsıklam olmuştu. Eve girip ayakkabılarımı değiştirmek zorunda kaldım. Havalimanında ise görevliler bize "aaa dışarıda yağmur mu var" diye sorular sordu. Saçlarım hala banyodan henüz çıkmış gibi şıp şıp havalimanının yerlerine damlıyordu... Hakikatende, Yeşilköy ile Boğaz arasındaki havanın farkı inanılmazdı. Annemle birlikte check-inimizi yaptık, kahvaltımızı ettik ve uçağa bindik. Kısa süreli bir uçuştan sonra (yaklaşık 3 saat 25 dakika ve ben hayatımda Londra'ya, abartmıyorum, 500 kere gitmişimdir; hiç böyle hızlı gittiğimizi hatırlamıyorum!??) çok sevdiğim, ikinci evim Londra'ya indik. Annemin "ben bir daha asla seninle uçmam" haykırışları arasında Londra'nın merkezine doğru yola çıktık. Uçak korkum dellendi de... Bazen oluyor bana işte... Havada hosteslerden teknisyenlere, hatta bir ara kaptan bile, yanımıza geldi. Sırf beni sakinleştirmek!!!  için. Yok öyle bağırıp çağırmam ve gerçektende sakindim, ama Marş denizi üzerinde tribülansa girdiğimizde tedirginliğimi belli ettim. Hostesi çağırıp, tribülansın ne kadar süreceğini kaptana sormasını rica ettim. Kadın resmen şov yaptı karşımda. "Aman efendim bakın sıcak hava ve soğuk hava akımlarında..... bla bla bla bla" dinlemedim bile. Sakince "lütfen ne kadar süreceğini kaptana sorun" diye ısrar edince o da şovuna devam etti. Viskiler getirdiler, önümde diz çöküp uçağın altına yerleştirilmiş kameradan bulutları gösterdiler... Ne gereksiz. Boş boş baktım anlattıklarına.... Sonunda kaptan geldi "10 dakika daha sürer sonra alçalacağız merak etmeyin" dedi ve olay kapandı. 

Londra hikayesine dönmek gerekirse, çok keyifli bir 4 gün geçirdik. Koşuşturduk, alışveriş yaptık, güzel yemekler yedik, şampanyalar içtik, Yasemin'e güzel sürprizler yapmak için koşuşturduk...Hele bir akşam öyle lezzetli bir yemek yedik ki, anlatmak zor. Tadılması lazım. Beyaz şarap soslu midye... Ben ben olalı böyle midyeyi, midye yemeğinin anavatanı kabul edilen Belçika'da bile yemedim. Tadı damağımda...Londra'da sayısız restaurant bilirim. Özellikle midyesi için burayı tavsiye ederim...

Annem...Midyeleri beklerken...

Bu arada Londra'da araplar çoğalmış. Harrods'da non-stop arapça müzik çalıyor. Hadi o normal, Mısırlı'nın olduğu için...Ama sokaklar.... Adımbaşı bir kara / kırmızı /pembe/bej/yeşil/mavi çarşaflı. Bizimkilerden hiç farkı yok. Hepsinin yüzü kapalı ama kıçları meydanda. Hepsinin ayağında son model bir topuklu (tercihen Chanel veya Laboutin), kollarında Fendi'ler, Chanel'ler, Gucci'ler.... Aklınıza ne gelirse. Kollarında pırlantalı saatler, büyük taşlı yüzükler... Sokakta yanımızdan geçerken gözleriniz kapalıyken bile yakınlarınızda olduklarını algılayabiliyorsunuz... Sesleri (tükürür, böğürür gibi konuşmaları) ya da kokuları. Ağır parfüm kokusu. Gerçi limon kolonyası bile ağır kokar tenlerinin üstünde.... Çok kötüydü açıkça... Londra'nın pahalı muhitleri araplarla kaynıyor... Tiksinti verici bir durum... Tüm bunlara rağmen Londra yine Londra... Sabah erkenden kalkıp Hyde Park'a koşmaya gittiğimde, ingilizlerin rağbet ettikleri mekanlarda yemek yiyince, güleryüzlü tezgahtarların çalıştığı butiklerden alışveriş edince insan kendini iyi hissediyor. Yine çok özlediğimi, orayı çok sevdiğimi düşünmeden edemedim. Ne pahasına olursa olsun, Londra yine de Londra... Zamanın eskitemediği bir şehir.  Çirkin çarşaflılara rağmen, görüş açısını değiştirdiğinizde, aynı kalan bir şehir....Zaman ne kadar su gibi akarsa aksın, orası benim gönlümde hep aynı kalacak. "Good morning'lerin", "Good afternoon'ların", "Please'lerin" ve "Thank you'ların" kenti...

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Kısaca...


Bloglarla ilgili en güzel şey, umursadığın insanlarla ilgili kısa kısa da olsa bilgi almak. Onların iyi olduğunu bilmek. Yoğun bir 10 günüm geçti. Kısaca kendi blogumla da pek ilgilenemedim. Ama sağlık yerinde. keyif yerinde. Hem yorucu hem de sakin bir 10 günden sonra, koşuşturma içinde geçecek bir 10 - bilemedin 20 - gün daha beni bekliyor. Sırada sigorta işleri, Londra'ya gidiş geliş biletleri, otel ayarlama, ev işleri, tadilat işleri vs vs vs... 
Planlarıma göre, yazı atlatayım, işe başlayacağım. Geçtiğimiz hafta içinde 1-2 opsiyon çıktı, Eylül'de değerlendireceğimi belirttim. Kafam dağınık o konuda. Hata yapmak istemiyorum. 
O zamana kadar da, yazın tadını elimden geldiğince çıkartmaya devam...
Bu arada Maya'nın resmini koymak istedim. Zamanında Vito'nun sağlığıda en yakın kız arkadaşıydı. Maya hayatta ve annemlerin evini beklemeye devam ediyor...

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Yassou!

Yıllar önce, ben okuldayken yaz tatili vardı. Sonra iş hayatı başlayınca o uzun tatillerim, sadece 2 haftalık izinlere dönüştü. Ama ne kıymetli 2 hafta! 15 senelik profesyonel hayatımda ilk defa, tatilden sonra, işe dönme psikolojisi olmadan evime döndüm...Değişik bir duygu...

İstanbul'dan Dalaman'a gerçekleştirdiğimiz uçuş sonrasında olağanüstü misafirperver, anlayışlı ve eğlenmesini seven bir çift ve onlara ait 'Emily' adlı tekne ile katılacağımız yelken yarışları için antrenman yapmak üzere soluğu Marmaris Marina'da aldık...  Prof.Dr. Sinan Soley ve sevgili eşi Emel. Kelimenin tam anlamıyla şahane iki insan. Derler ya, insanları en iyi ya kumar masasında, ya  içki masasında ya da tatilde tanıyabilirsiniz, işte hem içki masası hem de teknede geçirdiğimiz günler boyunca - az değil neredeyse 10 gün -  bu iki mükemmel insanı tanıma fırsatını yakalayabildim...Söyleyecek söz yok. Her ikiside insan gibi insan. Hepimize örnek olma niteliğini taşıyan, hayat tecrübeleri bol, keyif almasını bilen iki insan. Hayatıma girdikleri için çok mutluyum...İlk akşamı tecrübeli yelkenci sevgili Cemil'in, Emel'e ve bana verdiği öğütlerle geçirdik. Yarış boyunca ne yapmamız gerektiğini söyleyen kişiydi. Genelde yarışları o götürdü, ama eminim katkımız olmuştur. İlk günü dördüncü olduk; ikinci gün sonuncu. Üçüncü günümüz Rodos'a kadar yarışmaktı. Oraya vardığımızda da dördüncü olduğumuzu öğrendik. Son yarış günü ise, akülerin azizliği sonucu (buzdolabını açık bıraktığımız için - e ne de olsa içinde içkiler vardı), yarışlara giremedik. Dolayısıyla, genel klasmanda sonuncu olduk. Ama ben çok şey kazandım. Farklı bir tecrübe (yelken yarışları), iki şahane insan (Emel ve Sinan), güzel dostluklar (Yunanistan'da tanıştığım Dimitri ve Yorgo) ve özel hayatıma ilişkin tecrübeler... 

Yelken enteresan bir spor. Yarışları zaman zaman birinci götürdüğümüz dönemler oldu ama taktik hataları, rüzgarın azizliği ve daha sonra teknenin ağırbaşlı olması nedeniyle talihsizlikler yaşadık. Hayata çok paralel bir spor. Nereden ne geleceğini/eseceğini bilemiyorsunuz - ne kadar çalışırsanız çalışın -Ve sizi bazen en üst seviyelere taşıyabiliyor, bazen de en gerilerde bırakabiliyor... Önemli olan, doğru bildiğinizi yapmak, belki risk almak ve düştüğünüzde kalkabilmeyi bilmek...

Bu arada, döndüğümden beri böyle yorgunluk hissetmemiştim; artık sıcak hava mı, tüketilen alkol miktarı mı, yaşlanma mı bilemiyorum...Döndüm döneli 3 gün oldu, hala kendime gelemedim... Ama hayata devam...Dolu dolu günlerden sonra, daha da dolu günler beni bekliyor... Koşmaya devam!!!

Rodos - Anthony Quinn Koyu

Rodos - Lindos'dan bir kare...
Ekip
Elimizdeki biralar tam anlamıyla SU gibi tüketildi. 
Ouzo ve Yunanistan'a ayrı bir yazı gerekiyor...Biz Yunanistan'ı seviyoruz kısaca...

Emel & Sinan Soley
Ben, Cemil & Dimitri

Yorgos & Sinan

16 Haziran 2008 Pazartesi

Things to do

Tükenmek bilmeyen kaprislere bir son vererek işimden ayrıldım. 1 hafta oldu. So far so good. Kurumumda sevilen, sayılan biriydim - öyle de kaldım. Şimdi yazın keyfine bakacağım. Boş durmak yok tabii. Babamın yanında işe başladım bile. En azından azıcık da olsa onun işine yarayabilirim. Ama itiraf edeyim; çok keyifliyim...İşsizlik oranına katkım oldu ama bu hükümetin aleyhineyse, ben zaten hoşnutum bu durumdan. hehehehe...
Yalnız bu boşluğu iyi değerlendirmek lazım. Yapılacakların listesini çıkarttım. Aklımda kalan Tanya ve Ersin ziyareti. Hala gerçekleştiremedim. Ama olsun, onlar çok özel insanlar ve kapıları bana her zaman açık. Öyle hissediyorum onlarla. Onların da öyle hissettiğini biliyorum.  Birbirimize karşı olan görevlerimizi biliyoruz. Gerçek dostluk, karşılıklı sevgi ve saygı bu olsa gerek. Şebnem için de aynı şey geçerli. Onlar hep oradalar benim için. Bunu hissetmek ayrıcalıklı bir duygu.

Yapılacak listeme geri dönersek, Tanyalara ev ziyareti ve balık roka rakı olayımız var. Bu hafta içinde babamın ofisinde yapacağım bir iki değişiklik var. O değişikliklerin bir kısmı bitti. Çarşamba akşamım (dün) çok sevdiğim bir arkadaşımın - Ali - doğum günü gecesiydi; ki Moda Deniz klubünde kutladık. Perşembe akşamı (bu akşam) Cemil'in annesinin doğum günü yemeği var. Sonra Cuma banka işlerim ve valiz toplama işlemi...Türkiye maçı da var ayrıca. Burada bir iki kelime etmeden duramayacağım; Pazar akşamı 15 dakikada atılan 3 gol sayesinde sesim hala kısık. İnsanların milli takımımız için söyledikleri, Fatih Terim için söyledikleri umurumda değil. Bir, kimin umurunda bilmem kaç dakika futbol oynamadıysak; futbol dolu dolu 90 dakikadır. İkincisi Fatih Terim şöyle böyle hata yapıyormuş, nasıl bir hata bizi çeyrek finale taşıdı ki? 2 x 2= 4 ise, milli takımımızın ve Galatasarayın en başarılı dönemlerinde hep Fatih Terim imzası var. Türkiye'nin en başarılı bireylerinden birisi benim için. Gerisi boş... Neyse konumuza dönersek, Cumartesi Marmaris ve oradan Rodos'a gidiyorum. Bir hafta yokum. Cemil ile birlikte yelken yarışına gireceğim. Ultra heyecanlıyım. Hiç yarışta bulunmamıştım.
Döndüğümde Tanyalar da müsaitse, onlara yapacağım bir ev ziyareti (bu ziyaret başka başka kutlamaları gerektiriyor ayrıca - oh oh!); sonrasında Londra kaçamağı ve belki annemle birlikte Prag yolculuğu var. Yasemin de belki bir yerlere gitmek isterse, onunla birlikte bir yerlere gitmeyi çok isterim. En çok onunla eğleniyorum açıkça... Belki Milan, belki Venedik...Ya da Los Angeles - yeniden... Bakalım... Aralarda ofisde işlerim. Babam içinde iyi oldu. Devamlı birlikteyiz. Ve belki de yabancı müvekkilerinin ofis işlerinde işe yararım. 

Ben ne yapacağım derken bir anda doluverdi günlerim. Ayrıca yazın da tadını çıkarmayı planlıyorum. Kısacası negatifliği üzerimden atmış durumdayım. Bu arada kötü bir gelişme hayatımda: Günde 2-3 adet sigara içiyorum. İş durumlarımda başladım. Daha doğrusu sarıldım sigaraya...Ancak koşmaya aynen devam, hatta şimdilerde Kathy Smith diye bir hatunun dvd si ile hemen hemen haftanın hergünü evde jimnastik yapıyorum. 
Senelerdir ablam önerirdi. Çok sevdim bu kadını. Tavsiye ederim. Amazon'dan sipariş edebilirsiniz. Jimnastik koleksiyonuma ekledim hemen. 3-4 senedir Hot Pants Workout yapardım; şimdi Kathy Smith Ultimate Body Sculpting...En sevdiğim dvd'ler... 
Ama en keyiflisi hala koşmak. Sabahları ter atmak gibisi yok. Denizin yanında, kulağımda müziğimle koşmaya bayılıyorum. O kadar seviyorum ki, ayağımı burktuğumda da tam iyileşmesini beklemeden koşmaya başlamıştım. Burkulan bileğim hala çok şiş. Ama acı yok...



Güzel haberlerim de yok değil. Ama hepsini zamanı gelince teker teker anlatırım. Şimdilik bu kadar... Döndüğümde görüşürüz millet! Kendinize iyi bakın!

23 Mayıs 2008 Cuma

Üzgün Cumartesim!


Harikulade bir hafta geçirdim...Şahaneydi. Kalabalık bir davete gittim, süper bir akşam yemeği yedim, müthiş bir sergide bulundum. 2 aydır buluşamadığım bir arkadaşımla buluştum. Güneşin batışında soğuk şarapları, Boğaz manzarasına karşı Şebnem ile birlikte yudumladım. Tanya ve Ersin'i nihayet -düğün hediyeleri ile birlikte- yeni evlerinde (yenilenmiş evlerinde) ziyaret ettim. Ayrıca Londra'dan canım Jacob geldi, ona da vakit ayırabildim ve İstanbul'da güzel bir akşam yemeği yedik. Hafta içi bir akşam, işten çıkıp, Harvey Nichols'da biraz alışveriş yapmayı ihmal da etmedim. Tabii tüm bunları 19 mayıs tatili için Yasemin'le birlikte gittiğim Milano dönüşünden sonra yapabildim...

Hayır! Hepsi yalan! Bütün haftam ofiste geçti... Sabahım, öğlenim, akşamım ve gecelerim... Hayatımda hiç yaşamadığım bir tecrübe!!!

Ben buna alışık değilim. Kendime ayıracağım zamanı işimin çalmasına tahammülüm yok. Sabah koşularım, sosyal hayatım kıymetli. Çünkü ben hayatı sadece işten ibare görmüyorum. Önem verdiğim değerler yerle bir olmuş gibi... Cumartesi günümü, hiçbir şey yapmayacaksam bile, planlamayı severim. Pazar ne yapacağıma Cuma'dan karar vermek isterim. Yasemin'le birlikte yine kısa hafta sonu gezilerimize gitmeyi istiyorum, en azından planını yapabilmeyi...Ya da yaz tatiliminkini... Hayatımın tadını çıkaramayacaksam, ben ne diye çalışıyorum ki?
Pek yakında istifamı verdim dersem şaşırmayın. İlk defa planım da yok. Ama üstteki gibi gülüyorum sadece. Rahatım. İçim huzurlu...Sebebini de bilmiyorum.
Yoksa, yoksa paniklemeye mi başlamalıyım? Ne dersiniz?

19 Mayıs 2008 Pazartesi

19 Mayıs - Ofisteyim!

Yukarıdaki resim sizi aldatmasın! Geçen seneden kalma bir resim...Geçen yıl 19 Mayıs'ta ne haldeydim? Bu sene? Sormayın!Bu seneki resim depresif olabilir diye koymuyorum. Bu sene ofisteyim... Sabah Şebnem ile konuştum; o da aynı benim gibi. O da çalışıyor...Karşılıklı lanetleştik sabah sabah...Bari yağmur yağsaydı! O da yok!

Bugün 19 Mayıs ve dışarıda şahane bir hava var ve ben ofiste kah çalışıyorum, kah internet başında yazışıyorum ya da yazıyorum...Ve bu hiç de hoşuma gitmiyor... 23 Nisan böyle, 19 Mayıs böyle...Herkes tatil yaparken burada ofiste iş yapmak anlamsız geliyor. Daha doğrusu çalışmayanları, haftasonu ile birleştirip tatile gidenleri kıskanıyorum... 20li yaşlarda değilim ki o hırsla ve o gazla burada ofiste hayallerimin peşinde koşayım. Ben daha rahat olmak istiyorum; Ama dergi işi böyle birşey işte. Her ayın bir haftası plan yapamıyorsun. O hafta içinde en az 2- 3 gece sabahlıyorsun. Son 4 aydır bu hep böyle...

Bu arada şunu söylememde fayda var; her sektörde, her yerde olduğu gibi, burada da biraz 'türkiş' çalışılıyor : 15 iş var ama hepsini 1 kişi yapıyor! ; Bizim türkler, "onu da o yapsın, o görevi de bu üstlensin, şu sorumluluk da ona ait olsun" mentalitesine alışmış, bir adama 50 iş birden yaptırıyor...Ucuzcu oluyorlar...Nitelik değil nicelik önemli oluyor...Burada hepimiz cambaz gibiyiz. Neredeyse 15 senedir aynı sektörde (medya) kesintisiz çalışıyorum; bu kural hiç değişmedi: her işin adamı olacaksın biraz... Keşke Amerika gibi olabilsek, ya da İngiltere, ya da Fransa, Kanada, İsveç, İsviçre, Danimarka...Medeniyetin olduğu, insanların insan gibi muamele gördüğü memleketler gibi olabilsek...

İşimi seviyorum, ama adaletli olmadığının bilincindeyim. Türk kuralı bu! Çok çalış, az maaş, 10 iş, 1 adam... Sonra verdiğimiz vergileri düşünüyorum, sonrasında vergilerin kimlerin cebine girdiğini (bize dönmediği kesin)...Sonrasında sigorta aklıma geliyor, sigortalıların gitmek zorunda kaldığı hastaneler...Zaten bu konuyu hiç açmayalım - orası içler acısı...Hem fakiri hem zengini rezil oluyor bu ülkede...

Neyse bu konulara girmek istemiyorum... Hazır burada ofiste isyanlar içinde otururken, bir de isyankar yazı yazmayayım...Daha neşeli, daha fıkır fıkır bir konuya geçeyim...İş, Amerika, sigorta, hastane falan demişken aklıma kozmetiksel ürünler geldi... Belki bu konuda sizin bana yardımınız dokunabilir.

Hafta sonu bir krem keşfettim, ama ne krem....Gold Bond Ultimate Healing Lotion... (A-ha yanda resmi de var)... Arkadaşlar ben böyle bir krem görmedim. Ellerim, bacaklarım anında yumuşacık oldu. Ellerinizde ayaklarınızda ya da vücudunuzda çatlak, kuruma falan varsa yaratacağı ufak çaplı mucizeleri hayal edemezsiniz. Bende çok kuruma yoktur ama bu ucuz amerikan kremi normal bir cildi yumuşacık ama hakiki anlamda yumuşacık yapıyor... Yağlı yağlı hissi de yok - ki bu histen nefret ederim... Sizlerden Amerika'ya gidecek olan var mı? Bu kremi muhakkak alalım, kullanalım....

Kozmetik demişken, üstte bahsettiğim krem dışında, kozmetik'e servet harcamadan inanılmaz iyi sonuçlar alabileceğiniz bir markayı tavsiye ederim sizlere... St Ives! St Ives ile yaklaşık 2 senedir yazışıyoruz. Türkiye'ye getiren firma ile ilgili ciddi şikayetlerim vardı, meğer onlarında varmış ve şimdi çok esaslı bir firma ile anlaşmak üzerelermiş. - Sanırım P&G ya da Unilever gibi bir firma...Kim bilemiyorum henüz ama daha evvel çalıştıkları dinci bir firmaydı... Ve hiç tereddüt etmedim şikayet ederken. Hatta onları ilk ben uyardım 2 sene önce, 'mallarınız bulunmuyor, hep son kullanma tarihi geçmiş ürünler raflarda var' diye... Eminim reklam ödemeleri de hep ceplerine girmiştir bu dinci firmanın... Neyse o gün bugündür yazışa yazışa o kadar sıkı fıkı olduk ki, benim pazarlama bölümlerinin başına geçmemi istiyorlar. Evet, gerçektende inanılmaz bir durum ama ürünlerini iyi tanıyorum, yeniliklerini takip ediyorum falan diye, durum buralara kadar geldi... Daha zaman var; Ekim ya da Kasım gibi yeniden Türkiye Pazarı'na girecekler... O zaman bakarız durumlara...Pazarlama departmanlarının başına geçermiyim bilmiyorum, bildiğim birşey var o da; ürünlerini kesin alır ve gözüm kapalı herkese tavsiye ederim...

15 Mayıs 2008 Perşembe

Diane Von Furstenberg!

Geçenlerde magazin bloglarında birinde okudum; Britney Spears'in kötü ruh halleri, ona 65 milyon dolara malolmuş...Saçlarını kazıdığı günden beri, rehabilitasyonlara, mahkemelere, avukatlara, psikiyatrlara verdiği paralar 65 milyon doları bulmuş... Kötü ruh hali insanda nelere maloluyor... Sizin hasarınız, mesela ne kadara malolmuştu? 65 milyon dolar olmasa da, eminim hepimizin kötü hissettiği zamanlarda, finansal bir iflas yaşamışsınızdır. Bu aralar benim de canım ufak tefek şeylere sıkıldı ve dün iş arası Harvey Nichols'a gittim. İçim sıkılmıştı ama Britney kadar değil tabii... 2 elbise, 1 pantalon aldım. Oh ne iyi ettim. İnanılmaz bir şekilde kendimi daha iyi hissediyorum. Aldığım elbiseler resimlerde... Birebir aynıları...


Bugün az önce karar verdim; elbiselerini aldığım designer, bundan böyle en sevdiğim designer!!! Üstümde bu kadar iyi duran ve bir o kadar da rahat olan elbise bulmak zordur... Diane Von Frustenberg!!!
Web sitesini de gezdim. Hepsini almak istedim. Sizde görmek, gezmek isterseniz diye : http://www.dvf.com/ Ve bunun için canımın sıkılmasını beklemeyeceğim. İlk fırsatta bir daha...Bu yaz sadece elbise ile dolanmak istiyorum... Ama önce yaz gelsin istiyorum. Hem de bir an evvel!!!
Şimdi bunlara ayakkabı lazım...

Değil mi, çünkü yukarıdaki modelleri pek tutmadım? Siz ne önerirsiniz?

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Munich!


Yaz geldi, yaz...Mis gibi çim kokusu, manavda meyveler. Yeşil erik, kiraz, çilek, kayısı, yakında şeftali, karpuz ve kavun...Üzüm, mürdüm eriği, armut - hani ufak olanlardan... Ve daha niceleri...Sıcacık bir hava ve buz gibi deniz... İstifamı verebilirim. Ben bu dünyaya çalışmaya mı geldim? Sefasını sürmek istiyorum, çalışmanın gerekli olduğu bilincindeyim ama part-time çalışsam ne olur? Sigarasızlık başıma vurdu!!! MU?
Sigarayı bırakalı 2 haftayı geçti. Kolay değilmiş. Hele ki şu aralar daha zorlaştı. Zamanla kolaylaşır herhalde... - diye umut ediyorum! 2 hafta uzun bir zaman değil. Ve bu 2 hafta içinde hatırladığım en zor gün bıraktığımın ikinci günü; günübirlik bir Münich yolculuğu yaşadığım gün. 2 hafta önce Yasmin'in dişleri için bir doktor ziyaretimiz vardı. Hayatta münasip bir yerimi kaldırıp da gideceğim bir şehir değil - Almanya değil daha doğrusu! Ama yolculuğu ablam hediye edince işler değişti; biletlerimizi ablam aldı; babam da bize o gün keyif yapalım diye cebimize paramızı koydu... Daha ne? Bana sabah erken kalkıp, uçağa binip, Münich şehir turu yapıp, akşama uçağa binip evime dönmek kaldı... İyi de yapmışım. Güzel şehir. Daha doğrusu temiz bir şehir. Avrupalı ülkelerin klasik görüntülerini anlatmama gerek yok. Bir daha, sağlık sorunu olmazsa asla gitmeyi düşünmeyeceğim bir şehir, ama iyi oldu - gittim mi? Gittim...
Yasmin'le birlikte, yine sinir ve kahkahaların havada uçuştuğu bir gün geçirdik. Biz abla kardeş böyleyiz. En çok birbirimize kızıyoruz çünkü en çok birbirimizi seviyoruz...Abla kardeşler iyi bilir... Ne kadar çok seversen o kadar çok kavga ediyorsun. Ama uzun sürmüyor. Kavganın hemen ardından kahkahalarla gülebiliyorsun. Samimice, yalan olmadığını bilerek! Sağolsun, asabiyetimi sineye çekti ama günün sonunda : "Verda sen başla sigaraya, çünkü tahammül edilecek gibi değilsin" diye isyan da etmedi değil...Yukarıdaki resimler çekilmeden 10 dakika evvel, Münich seslerimizle yankılanıyordu; genelde de benim sesim...Ama 10 dakika sonra can ciğer gibiyiz. Ne gibisi, ciğeriz biz...Neyse, Yasmin'i dişçisinde beklerken artistik fotoğraflar da çekmeyi ihmal etmedim. Onlardan biri de aşağıda gördüğünüz fotoğraf... Çok beğendim bu fotoğrafı, siz ne dersiniz?

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Aynı eşek gibi!


Mutlu olmanın 5 altın kuralı var : 1. Kalbinizi nefretten uzak tutun 2. Beyninizi telaşlardan uzak tutun. 3. Basit yaşayın 4. Daha fazla verici olun. 5. Daha az bekleyin.


Bir gün bir köylünün çok sevdiği eşeği kuyuya düşmüş. Eşek nasıl ağlıyor, nasıl anırıyor, köylü bir yukarı bir aşağı, eşeğini kurtarmanın yollarını düşünüyor... Ama kuyu derin. Aradan saatler geçiyor... Eşek de saatlerce durmadan devamlı ağlıyor... Köylü düşünüyor düşünüyor ve : "Eşeğim yaşlandı, onu kurtarmam mümkün değil. En iyisi hayatına son vereyim de o da, ben de bu acıdan kurtulalım." diyor. Ve köylü kürekle eşeğin üstüne toprak atmaya başlıyor. Eşek olayın farkına varıyor ve daha fazla ağlamaya, daha fazla anırmaya başlıyor. Köylü de komşularının yardımıyla üzerine toprak atmaya devam ediyor...
Aradan bir vakit geçince eşekten hiç ses çıkmıyor ve bir bakıyorlar ki eşek inanılmaz bir şey yapıyor: Üzerine düşen toprakları üzerinden silkip, kendine basamak yapıp kuyu içinde yükseliyor. Bu inanılmaz olay karşısında köylü ve komşuları daha fazla toprak serpip, eşeğin daha hızlı kuyudan yukarı çıkmasına yardımcı oluyor.
Üzerinden silk ve bir basamak daha yukarı. üzerinden silk ve yukarı...
Burada alacağımız ders şudur ki; başımıza gelecek her türlü kötü, moral bozucu olay, ileride bize hedeflerimize yaklaşmamızda yardımcı basamak olacak...

Hepimiz o kuyuya düşüyoruz. O kuyuya düşmek normal; oradan çıkayı bilmek önemli.

Üzerinize düşen pisliği, toprağı üzerinizden atıp, hayata devam!!! Aynı eşek gibi!