6 Ağustos 2008 Çarşamba

Zaman su gibi...

Ne kadardır yazmıyorum. Çalışmıyorum ama hergünüm dolu geçiyor. Yine, yeniden kısaca iyi ve yoğun olduğumu söylemek ve bir iki laf etmek için yazayım dedim. Kısa bir Londra seyahati, sayısız akşam yemeği, ev ve ailem arasında yaptığım koşuşturmalar ile yaklaşık bir aydır ne kendi bloguma, ne de arkadaşlarımın bloguna girebildim. Doğru dürüst maillerime bile bakamadım. Ama herşey yolunda. Herşey güzel. Bir sıkıntı yok. Herkesin sağlığı yerinde. Havalarda güzel. Londra'da üşüdüm ama İstanbul'da pek farklı değil. Hele Temmuz ve Ağustos ayları için gayet iyi gidiyor. Geçen yazı hatırlıyorum da; resmen dev bir fön makinesi üzerimize üflüyordu...

Geçen sene kavrulduğumuz Temmuz  ve Ağustos aylarında, bu sene İstanbul'da nefes alabiliyoruz. Hatta öyle ki, 29 Temmuz Salı sabahı saatler sabahın beşinde evden çıktığımda, Arnavutköy'de öyle bir yağmur yağıyordu ki, garajdan arabamızı alıp, valizleri almaya eve gelene kadar, ayakkabılarım ve üzerimdeki eşofman dizlerime kadar resmen sırılsıklam olmuştu. Eve girip ayakkabılarımı değiştirmek zorunda kaldım. Havalimanında ise görevliler bize "aaa dışarıda yağmur mu var" diye sorular sordu. Saçlarım hala banyodan henüz çıkmış gibi şıp şıp havalimanının yerlerine damlıyordu... Hakikatende, Yeşilköy ile Boğaz arasındaki havanın farkı inanılmazdı. Annemle birlikte check-inimizi yaptık, kahvaltımızı ettik ve uçağa bindik. Kısa süreli bir uçuştan sonra (yaklaşık 3 saat 25 dakika ve ben hayatımda Londra'ya, abartmıyorum, 500 kere gitmişimdir; hiç böyle hızlı gittiğimizi hatırlamıyorum!??) çok sevdiğim, ikinci evim Londra'ya indik. Annemin "ben bir daha asla seninle uçmam" haykırışları arasında Londra'nın merkezine doğru yola çıktık. Uçak korkum dellendi de... Bazen oluyor bana işte... Havada hosteslerden teknisyenlere, hatta bir ara kaptan bile, yanımıza geldi. Sırf beni sakinleştirmek!!!  için. Yok öyle bağırıp çağırmam ve gerçektende sakindim, ama Marş denizi üzerinde tribülansa girdiğimizde tedirginliğimi belli ettim. Hostesi çağırıp, tribülansın ne kadar süreceğini kaptana sormasını rica ettim. Kadın resmen şov yaptı karşımda. "Aman efendim bakın sıcak hava ve soğuk hava akımlarında..... bla bla bla bla" dinlemedim bile. Sakince "lütfen ne kadar süreceğini kaptana sorun" diye ısrar edince o da şovuna devam etti. Viskiler getirdiler, önümde diz çöküp uçağın altına yerleştirilmiş kameradan bulutları gösterdiler... Ne gereksiz. Boş boş baktım anlattıklarına.... Sonunda kaptan geldi "10 dakika daha sürer sonra alçalacağız merak etmeyin" dedi ve olay kapandı. 

Londra hikayesine dönmek gerekirse, çok keyifli bir 4 gün geçirdik. Koşuşturduk, alışveriş yaptık, güzel yemekler yedik, şampanyalar içtik, Yasemin'e güzel sürprizler yapmak için koşuşturduk...Hele bir akşam öyle lezzetli bir yemek yedik ki, anlatmak zor. Tadılması lazım. Beyaz şarap soslu midye... Ben ben olalı böyle midyeyi, midye yemeğinin anavatanı kabul edilen Belçika'da bile yemedim. Tadı damağımda...Londra'da sayısız restaurant bilirim. Özellikle midyesi için burayı tavsiye ederim...

Annem...Midyeleri beklerken...

Bu arada Londra'da araplar çoğalmış. Harrods'da non-stop arapça müzik çalıyor. Hadi o normal, Mısırlı'nın olduğu için...Ama sokaklar.... Adımbaşı bir kara / kırmızı /pembe/bej/yeşil/mavi çarşaflı. Bizimkilerden hiç farkı yok. Hepsinin yüzü kapalı ama kıçları meydanda. Hepsinin ayağında son model bir topuklu (tercihen Chanel veya Laboutin), kollarında Fendi'ler, Chanel'ler, Gucci'ler.... Aklınıza ne gelirse. Kollarında pırlantalı saatler, büyük taşlı yüzükler... Sokakta yanımızdan geçerken gözleriniz kapalıyken bile yakınlarınızda olduklarını algılayabiliyorsunuz... Sesleri (tükürür, böğürür gibi konuşmaları) ya da kokuları. Ağır parfüm kokusu. Gerçi limon kolonyası bile ağır kokar tenlerinin üstünde.... Çok kötüydü açıkça... Londra'nın pahalı muhitleri araplarla kaynıyor... Tiksinti verici bir durum... Tüm bunlara rağmen Londra yine Londra... Sabah erkenden kalkıp Hyde Park'a koşmaya gittiğimde, ingilizlerin rağbet ettikleri mekanlarda yemek yiyince, güleryüzlü tezgahtarların çalıştığı butiklerden alışveriş edince insan kendini iyi hissediyor. Yine çok özlediğimi, orayı çok sevdiğimi düşünmeden edemedim. Ne pahasına olursa olsun, Londra yine de Londra... Zamanın eskitemediği bir şehir.  Çirkin çarşaflılara rağmen, görüş açısını değiştirdiğinizde, aynı kalan bir şehir....Zaman ne kadar su gibi akarsa aksın, orası benim gönlümde hep aynı kalacak. "Good morning'lerin", "Good afternoon'ların", "Please'lerin" ve "Thank you'ların" kenti...

9 yorum:

Sebnem'den dedi ki...

umarım bir gün beraber gideriz londra'ya..ben gittiğimde şubattı..ve inanılmaz bir şekilde bulunduğum hergün güneş vardı..
tam tadını çıkardım yani..
oxford'da ki kitapçıları çok seviyorum ben....:))

zeya dedi ki...

anneli kızlı Londra keyfi harikadır.
Her ulaşım aracında panik olan ben uçakta çok rahatım. Bende bir gariplik var galiba :):):)

Verda dedi ki...

Sebooooooo

Lütfen gidelim. Hiç düşünmemiştim. En kısa zamanda. Çok eğleniriz... seni nerelere götürürüm bir bilsen....

Verda dedi ki...

Zeyacım anne kız iyiydi... Düşünüyorum da, bir daha zor, keyfini, tadını çıkarttım... Uçak korkusuna gelince, hakkaten bi gariplik var sende. Nasıl korkmuyosun? Bunun püf noktası nedir?

Ersin dedi ki...

haydi bakalım londralar yapılsın, yazın keyfi çıkarılsın, biz tatilden dönünce de buluşulup coşulsun

Verda dedi ki...

Hadi bakalım :))))) Sizler tatiliizden dönün... Lütfen en kısa zamanda.

Tanya's dedi ki...

Verdacım,

Eee bizde döndük..seni kacırmadıysak tabi hehe..

Tanya's dedi ki...

Verdacım,

Eee bizde döndük..seni kacırmadıysak tabi hehe..

Verda dedi ki...

Tanyacım hoşgeldiniz. İyi ki geldiniz. Sizin tarafa geçme ihtimalim var bugün, ama yarın annemle bütün bir gün geçireceğim için şimdiden söz veremiyorum. Alo diyeceğim.