30 Mayıs 2007 Çarşamba

The Presets


Geçen hafta myspace music'de dolanıyordum, NewYork'ta yaşayan eski bir erkek arkadaşım müzik işinde... Hala görüşürüz... Evlendi barklandı çoluk çocuğa karıştı falan ama iyi bir dostum olarak kaldı...Hatta New York'a son gidişimde görüştük, oğluyla tanıştım... Neyse, senelerdir müzik görüşlerimizi paylaşır, yeni grupları konuşuruz falan...Bana da demişti, "The Presets" i dinle - çok seversin diye...
Şimdi Türkiye'de müzik marketlerde, bizim şirketin radyo bölümünde araştırıyorum yok yok yok!!! Amazon'ları denedim, istediğim albumu (Girl and the sea) bulamadım...Zaten bütün albumlerini almam lazım...Bilginiz olursa beni haberdar edin derim :)... En sevdiğim şarkıları ise yine 2004 yılına ait albümleri ile aynı ismi taşıyan "Girl and the sea"...Adam beni tanıyor, benim için şarkı yazsa, Girl and the sea'yi yazarmış...kaç gündür başka birşey dinlemiyorum... Sizde tadına bakmak isterseniz, buyurun yukarıda yazılarımın üstünde duruyor :)


Girl and the sea....
tonight the
tonight the hills are watching her
as she runs towards the sea
yeah she runs so she be free
and of all the friends and enemies shes made along the way
they are no where in her thoughts
as she dives beneath the waves

he's the one that you've seen sometimes on tv
and his shirt is on the ground while he's tackled by police
and the parcell that he throws across the bridge into the creek
it'll flow towards the sea it will meet with her tommorow

no place, some time we'll clear our eyes and when you're down
i'll come around

And all the places that shes been along the way
flames are licken at their walls
night glows with their remains
from far away the animals come gather round to see
but she knows now how they feel and she knows now what it means

when she was young we'd ask her what she'd like to be
and she'd close her eyes and dream......
Now we're no where in her thoughts
as she dives beneath the waves.
a place I've found could be all ours
but I've seen where you would rather be....

29 Mayıs 2007 Salı

Müzeyyen hanım...


Pazartesi akşamımı ananemle geçirdim (anneanne diyemiyorum bir türlü)... Anane sen çok yaşa ya... Kadın 80 küsür yaşında, 90'a merdiven dayamış ama cin gibi...Üstelik kan kanseri ama haberi yok... Bayıldım dün onunla sohbet etmeye...Neler neler konuştuk...Keskin, yalın, doğrudan yaptığı yorumlar var öldürdü beni...

Ofisten çıkıp, trafiği aşıp garaja geldim. Arabamı park edip eve yürüdüm. Evime girdim. Eskiden kalma alışkanlık, hemen üstüme eşofmanlarımı geçirdim... Eskiden kalma alışkanlık diyorum çünkü Vito sağolsun, eve her geldiğimde uhu katkılı 'mis' kokulu salyalarını üstüme yapıştırırdı... Hatta düğüne gittiğim bir iki geceyi hatırlıyorum; yatağımın üstünde giymiştim gece elbiselerimi - yataktan ceylan edasıyla hoplayıp, zıplayıp kapıdan dışarı... Uzun atlama rekorları kırılmıştır tabii...Eve gelişte aynıydı, kapıya en yakın odaya yine ceylan edaları ile atlayıp zıplayıp, daha evvelden hazırlanmış "Vito kıyafetlerimi" ya da "Vito havlularını" üzerime geçirmeye dalardım... Feci durumlar feci... Herifte öyle bir salya vardı ki; doğru bir arıtma sistemi ile İstanbul'un bugünkü barajlarını doldurmaya yeterdi - şakam yok; adam heyecanlanmasın, değil İstanbul, Türkiye'nin su ihtiyacını karşılayabilirdi. Öyle feciydi...Herneyse...
Akşam evime geldiğimde, alışkanlıkla üzerime geçirdiğim eşofmanlarla buzdolabımın içini seyrederken, aklıma ananem geldi...Gündüz ofiste IT departmanındaki arkadaşlarım PC'me yaptıkları bir güzellik karşılığında zeytinyağlı dolma istediler...Yapmasını bilirim ama içimden gelmiyor... Aylardır yemek yapasım yok...Geçen ay bir 'arkadaşım' kendisine yemek yapmamı istedi - ama istediği ile kaldı... Hikayede dolmamda bir başka zamana... Ben de buzdolabının içine bakarken (dışarıdan gören birisi televizyonumu buzdolabıma koydum da onu seyrediyorum zanneder), dolma geldi aklıma - hemen ananemi düşündüm...Dolabımın içi boş değil, var bir güzellikler... Ama sigaramı, ehliyetimi, kimliğimi diet cola eşliğinde alıp, evden fırladım. Garaja yürüdüm, arabama atladığım gibi zeytinyağlı dolma merkezine... Ananeme...

Kadın yaşlı tamam ama onun için yemek çok önemli... Evde zeytinyağlı çeşidi değil, çeşitleri olmalı... En az 2 çeşitte tatlı...Hepsi ev yapımı olacak...Hakkaten de dün akşam baktım dolabına; zeytinyağlı dolma yoktu ama börek (kıymalı ve peynirli), pilav (bulgur ve beyaz) ayşe kadın fasulye, maydanozlu köfte, patates yemeği (bayılırım), semizotu yemeği (yum yum), zeytinyağlı bamya (yine canım çekti), neli olduğunu anlayamadığım bir çorba (mercimek olabilir emin değilim), havuç, lahana ve patates salataları...Hepsi de ya bir ya da iki kişilik... Öyle pişirip de 5-6 gün yemek yapmak zorunda kalmayayım mantığıyla pişirilmemiş... o gün tüketilecek; ki yarına yenileri başkaları pişirilecek... Bir de irmik helvası vardı (yapmayı ilk öğrendiğim yemek - küçükken çok severdim, Londra'da yalnız yaşarken öğrenmemin zorunlu olduğu yemek türüdür), hemen yanı başında aşure (hiç sevmem, hatta mümkünse bakmayayım)... Tokum ama 'mecburen' hepsinden yedim biraz biraz...Yemek düşkünü değilim, ben sohbetli yemek sevenlerdim ama 36 yaşıma geldim ... bu kadının evinde yemek yeme alışkanlıklarım değişiyor... Ne ki şimdi bu?

"Ne iyi ettin geldin dedi" Hakkatende de ne iyi ettim ki gitmişim ona...Bazen tüketir beni ama gitmek lazım. Bir gün hepimiz yaşlanacağız...Bizi de ziyaret etmelerini bekleyeceğiz birilerinin...Dedem öleli 10 seneyi geçti, çok yalnız kaldı ananem... Ama tercihi biraz da...Çalışanlarla geçinemez ananem - yanında olsunlar istemez, çalışanlar işlerini bitirirler ve akşam evlerine dönerler... Yalnız kalmayı sevmiyor anane ama kimseyi de istemiyor işte...

Ama bize bayılıyor, gözlerinden anlıyorum...Işıl ışıl oluyor beni görünce...Vito gibi...Gerçek sevgi işte bu dedirtiyor insana...Karşılıksız...Sadece seviyor beni. Çok önemli benim içinde, ananem beni karşılıksız seviyor... Ohh istediğim zaman, istediğim kadar şımarabiliyorum yanında...Onu ananem olduğu için değil, beni ben hissettirdiği için seviyorum... Azdır böyle sevgiler... Kıymetlidir... Değerini bilmek lazım...

Yemek faslından sonra işimi anlattım ilk - soruyor anlatıyorum ne yapayım; ben öyle 'aman kadın yaşlıdır üzmeyeyim şimdi onu' diyenlerden değilim, anlamaz mı o beni, ciğerimi biliyor; yaşadığım olumsuzluklar var işimde olumlu gelişmelerlerle birlikte anlattım hepsini birer birer; hemen aynen şöyle dedi : "Sen zayıfsın, doğru beslenmediğin için beynine kan gitmiyor. Bu yüzden salaksın! Yemek ye azıcık!" Muhtemelen doğru söylüyorda, öldüm orada... Şahane bir yorum dedim. Ananem herşeyi yemeğe bağlıyor; anane işlerim kötü, halledeceğim tabii, doğru olan bu; bunu yapacağım - kadından gelen yorum aynen şu : "zayıfsın, beynine kan tam gitmiyor, salaksın...yemek ye!" Anane diyorum; annemlerle aram biraz bozuk, babamla aram açık - "zayıfsın yemek ye biraz doğru düşünmeye başlarsın" - "o kadar kola içersen karaciğerin için çalışır vücudun, haliyle beynine yeteri kadar kan gitmez...salak olursun...Doğru beslen"...Konular ilişkilere geldi, yorumlar daha bir farklı boyut aldı, Tanrı'ya inanma konusuna geldi hararetli tartıştık, hayvanlara geldi; hikayeler eşliğinde yorumlar aldı başını gitti...

Ayrılırken söz verdim ona, 2 günlüğüne alacağım onu, bende kalacak... Zeytinyağlı dolma yapacak...Ve yine şahane yorumlarını dinleyeceğim...Sen çok yaşa anane....

21 Mayıs 2007 Pazartesi

100 million Bon Jovi fans can't be wrong!


Hafızam gerekli olduğu yerlerde hiç ama hiç çalışmıyor, gel gör ki abuk subuk neler var hepsi hafızamda...çöp tenekesi gibi... Hep de genelde hatırlamayı çok da istemediğim, daha doğrusu hatırlamanın sadece üzüntü getireceği olayları hatırlamaya endekslenmiş...Nasıl bir beyindir ki bu? 10 sene önce bugün... 6 sene önce bu hafta sonu... 2 sene önce bu Cumartesi... Her nedense güzel ya da kötü günleri, bugün sadece anmak bana koyuyor...Üzülüyorum...Güzel şeyler için daha çok koyuyor, hadi kötüler geride kaldı diyebiliyorum da; güzel günler için... iyi ki yaşamışım mı? bilemedim şimdi...

2 sene önce 17 Mayıs'ta eve geldiğimde içim çok acıdı, yaklaşık 80 kiloluk canavar Vito, sağ ayağını kırmış... Artık merdivenlerden mi düşmüş, koltukta uyurken mi bilemiyorum... Eve geldiğimde bir baktım ön ayağının üstüne basamıyor... Sen al koca adamı sırtında doktora götür, ertesi günde ameliyat... 19 Mayıs tatil zamanı da... Ama umrumda değil...Ameliyatı sonrası tek başıma taşıdım desem kimse inanmaz, ama taşıdım bir şekilde eve... Sabaha kadar inlemelerini dinledim...Sesi aklımdan çıkmıyor, keşke o abuk subuk hafızam burada işe yarasada unutabilsem...

Herneyse, geçenlerde amazon'da geziniyordum... Bon Jovi'nin "The Lost Highway" albümünün hangi gün çıkacağına bakarken (19 Haziran), hiç yayınlanmamış şarkılarının bir toplamasını gördüm... 4 CD ve 1 DVD'den oluşan bir toplama...Bonjovi'yi sevenlere duyururum...100 million Bon Jovi fans can't be wrong!!! O kadar iyi müzikler var ki... Sanki evimden çok uzaklardaydım da, evime dönmüşüm hissi yaratıyor Bon Jovi'yi dinlemek...Ben de Londra'da yaşadığım zamanlara geri gittim, evime...Hafızamı epey bir zorladım..."hakkaten bir de bu vardı, ahhh şunu da yapmıştık, evet evet şimdi hatırlar gibiyim orayada gitmiştim"... neler neler... Çok para verdim bu toplamaya ama değdi; daha evvel hiç duymadığım şarkılarını dinleme fırsatını yakaladım...Sanatçı olmak, yaratıcı ruha sahip olmak ve en çok önemlisi yarattıklarının geniş kitlelere hitap edebilmesi çok ayrıcalıklı bir olay... Jon Bon Jovi çok ama çok iyi bir müzisyen... Bunu bu toplamayı dinlerken insan daha bir iyi anlıyor...Umarım Türkiye'de de satışa sunulur, sunulur da Bon Jovi hayranları benim gibi keyif alma fırsatını elde ederler...

Londra'da yeni bir salon açıldı, the millenium dome - O2 arena... 23 Haziran'da Londra'da olmayı istiyorum...Gitmem zor gözüküyor ama arenanın resmi açılışı için konser verecekler ve ben elimden geleni yapacağım orada olabilmek için...

14 Mayıs 2007 Pazartesi

Hello! Lost Heroes....

Bir dergi, 2 dizi...

Bir dizi bu kadar mı iyi olur derken, bir tane daha çıktı başıma...Lost dizisine kaptırmıştım kendimi, şimdi de Heroes...Yapılacak işler var, görülmesi gereken insanlar var, ziyaretler yapılması lazım, sağlıklı olmak ve görünmek için yürümem gerekiyor, push up - pull up yapmak lazım... Ama hiçbirinin önemi yok! Lost izlenecek, hemen ardından Heroes...
Teknoloji sağolsun, Amerika'da yayınlandıktan bir gün sonra izleyebiliyorum her 2 diziyi de...Evde mısır patlatıyorum, smoothie'mi hazırlıyorum, sonra büyük bir keyifle dizilerimi seyrediyorum... Bir sonra ki haftayı iple çekiyorum....Friends dışında hiçbir diziye bu kadar bağlanmamıştım...

10 sezonluk Friends'i de 8.sezon itibarıyla keşfetmiştim... Tam hatırlayamıyorum ama sanırım 5-6 sene önce Vito böbrek hastalığı geçirmişti... 2 hafta sabah akşam başında geçirmiştim... O 2 hafta boyunca eski eşimin de baskısıyla hasta oğlumun yanında başladım Friends'i izlemeye...Bir başladım, tam başladım. Birinci sezondan, o zaman devam eden sekizinci sezona kadar Vito ile beraber izledik...Yaşadığım korku ve üzüntüden ilaç gibi gelmişti... Bugün bile çok üzgün zamanlarımda herhangi bir bölümünü koyuyorum, replikleri ezbere bilmeme rağmen hala çok güldürüyor beni... Dizi, film ve cd toplamaya servet harcamışımdır ama yaptığım en iyi 'yatırım' Friends dizisi... İlaç kullanmamaya dikkat ederim, hele uyku ilaçlarını kullanmam söz konusu değildir... Ama Friends benim için şahane bir uyku ilacı...Vito'yu kaybettiğim vakit, ablam geceleri uyuyamadığım zamanlarda 'Friends'i koyardı da, biraz uzaklaşırdım üzüntümden...

Açıkçası TV izlemeyi hiç sevmem. Beni tanıyanlar bilir, sadece iyi bir film veya güncel bir olay varsa (maç, son dakika haberi gibi) TV'nin karşısında oturabilirim. Yalnız yaşayanlar genelde evlerine gelirler, TV'yi açarlar, en azından evde ses olsun diye; ben müzik dinlemeyi tercih ediyorum. Vito da olmadığı için kendime ayırabilecek vaktim çok şimdilerde...Dışarı daha sık çıkabiliyorum, ama çıkana kadar zamanımı değerlendirebileceğim 2 dizim ve bir dergim var...Hello!, Lost ve Heroes... Çok özlediğim Londra ile sanki bağım bir şekilde kopmuyormuşçasına İngiliz Hello Magazine'imi alıp okumaya bayılıyorum...Eleştiriler bol: "Verda sana hiç yakıştıramadım, ne o öyle dedikodu dergileri? Zamanını daha iyi değerlendirsene" Valla kimse karışmasın zaman benim zamanım, zevk benim zevkim...IT'S MY THING, LET IT GO!!! İngiltere ve özellikle Londra ile ilgili haberleri almayı, takip etmeyi seviyorum... Nereleri yeni açılmış, hangi sokaklarda neler var, hangi ürünler çıkmış, hangi filmler hangi sinemada oynuyor, resimlere bakıp takip etmeyi seviyorum...Bu kadar basit. Seviyorum...

Bir de Lost ve Heroes var... Her bir bölümü her iki dizi içinde aynı keyifle izliyorum...
Tek sorun yayınlandığı bölüme kadar yetişmekti zamanında...Sanki kaçıyorlar! Zaten az uyurum, bir de dizilerin yayınlandığı güne yetişmek için çok uykusuz kaldığım için ofiste biraz "lost" olduğum günler çoktur... En azından keyif aldığım şeylerle 'lost' oldum ya...Kötü günlerimde beni hakiki anlamda 'lost' olmamamı sağladılar ya...

8 Mayıs 2007 Salı

Hayır istemiyorum diyebilmek!

İnsan görüşmek istemediği birini, kalbini kırmadan nasıl ekebilir?

"Bak ne zamandır görüşmüyoruz, artık bir görüşsek diyorum, yarın akşam buluşalım, yemek yiyelim, şimdiden söyle ona göre program yapacağım!!!"

Aklımdaki cevap: "Sen programını yap, ben bu aralar seninle görüşmeyi istemiyorum"
Verilen cevap "hehehe, ne desen haklısın, tabii görüşelim ama annem, ananem; onlarla ilgilenmem lazım galiba, bir de babam aradı, akşam yemeğe gitmek zorunda kalabilirim, ayreten yurtdışından arkadaşım geldi, onunla ilgilenmem lazım, bir de toplantım var ne zaman bitecek bilmiyorum, evi de su bastı, ayrıca alarmım bozuldu tamire geliyorlar bu gece, ne zamandır görüşelim diyorsun, ama galiba programım var, yarın konuşsak? Sen keyfine bak lütfen, yap programını, hayır çok da istiyorum seni görmeyi ama artık katılabilirsem..." YALAN... Büyük yalan...
Bir de en kötüsü "Sen benimle görüşmeyi istemiyorsun galiba!" Haydaaa, zaten gizli 'istemiyorum'ları sıralamışım bir de nedenlerini açıklamak zorunda kalıyorum...Evet nerden anladın? "Yok canım, nerden çıkardın, zamanlama yalnış oldu, şu gün geçsin görüşürüz, ehe öhö!" YALAN...Büyük yalan...

Bir sürü soru, bir sürü hesap verme. Sıkıntılar kaplıyor içimi...Sonra da üzülüyorum her nedense...Basit işte; İstemiyorum. Ama doğrudan söylesem olmaz (mı acaba), alınacaklar... Köpek olmak vardı, istiyorsan istiyorsun; istemiyorsan istemiyorsun...Yalan, dolan yok! Hayvanların dünyası ne kadar daha net, ne kadar daha yalın... Vito'yu diğer köpeklerle tanıştırırdım, istediğinle oynardı, istemediğinle hırlaşırdı...Gayet net... Ama insanlar... İnsanoğlu çok acımasız...

Galiba asıl derdim: 'Kötü birşey demeden, kötülük yapmadan nasıl işin içinden çıkabilirim de vicdanım rahat eder?' 'Aman beni sevsinler' gayesinde olmak aslında hem bana hem de karşımdakine zarar veriyor...Doğrusunu söylesene! İçindekileri paylaşsana! Desene "istemiyorum, çünkü (bla bla bla) ". İster sever, ister sevmez değil mi? Sonra düşünüyorum; 'istemiyorum' da desem, 'istiyorum ama şu var bu var' da desem bir şekilde açıklamak zorunda kalacağım...Her şekilde bir açıklama lazım....Mağdem hayatımda birileri var, ama arkadaş ama sevgili, ama koca ama kardeş, ama anne ama baba, açıklama hak ediyorlar, ister hayatımdan çıkartayım, ister dondurayım...

Bunları yazarken aklıma şu geldi:
"Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri, başkasına yapma" - Sanırım bununla da bu noktada hemfikir değilim...(Tabii sözüm hırsızlık, taciz, arkadan konuşma, ayak kaydırma vs vs vs gibi genellemelerden dışarı, sadece insan ilişkilerinde karşılıklı yapılan konuşmalar, anlaşmalar için geçerli)...Herkes eşit değil ki, bazısı öylesinden anlıyor, bazısı böylesinden...Neden "ben bundan hoşlanmam, o yüzden ona da yapmayayım" diyeyimki? Kimin neden hoşlanmadığını nerden bileyim? O başka, ben başka... Bir de bir başkası adına düşünmek istemiyorum, o yüzden sanırım en iyisi net bir dille doğruları söylemek! - te nasıl da nasıl?

7 Mayıs 2007 Pazartesi

Hafta sonlarını seviyorum!!!

Şahane bir hafta sonu...


Cumartesi, her geçen gün daha da çok sevdiğim arkadaşım Angel ile çok keyifli bir öğlen, öğleden sonra, akşam üzeri ve akşam geçirdik... Yaklaşık 7 saat... Ama bu sefer geçen sefere göre daha tedbirli!!!ydik. İkimizde sonradan 'dağılmayalım' diye, tok olmamıza rağmen birşeyler atıştırdık...Sonra kahvelerimizi içtik ve Angel'in "başlayalım mı?" sorusundan sonra, bir güzel içmeye ve "derin" konuşmaya koyulduk...Çocukluk hatıraları...yaşadığımız olumlu ve olumsuzluklar... arkadaşlarımız, gençliğimiz, yaşlılığımız derken, Angel'in tabiriyle mini bir itiraf.com oluşturduk...Bedava terapi!!! Günün sonunda çok güzel bir laf etti Angel - hala aklımda ve hiçbir zaman unutmayacağım... "Sana kötülüğü dokunan hiçkimseyi affetmek zorunda değilsin!" Ne kadar basit, ama hiç düşünmemiştim bunu açıkçası...Hep iç huzuru adına kendi kendimi sorgulamışım, içimde barış yapmak için kendi sınırlarımı zorlamışım...Ama aslında çok basit : Affetmek zorunda değilim - o kadar! Çok teşekkürler Angel... Benim için dahice bir yaklaşım...

Yine uzunca süre kaldığımız için yanımızda oturanlar neyse ki devamlı değişiyordu, yoksa bütün gün bizi dinlemek zorunda kalsalar, hayretler içinde kalırlardı... Bir de sanırım Beymen Brasserie bizi mimledi. Bir daha ki sefere "aman bizim kızlar geliyor, ona göre oturtun, çünkü bunlar bir geldi mi kalkmıyorlar" diyeceklerdir - eminim...


Angel'dan ayrıldıktan sonra, o çok şahane İstanbul trafiğine girdim, maç ta var ya... Beşiktaş'tan Arnavutköy'e gitmem 45 dakikamı aldı...Eve girdiğimde başlama vuruşu... ve "daaan" pazar sabahına kadar uyumuşum... Sabah öğrenebildim maçın sonucunu...Kendime söz verdim "bir daha bu kadar içmek yok"...Peki ne oldu? Pazar sabahı Bebek'ten tekneye bindim, adaya kadar 3 bira...Adaya geldik, 1 şişe beyaz şarap... Adadan döndük...1 şişe kırmızı şarap...Bu sabah bile mayhoşluk var üzerimde... Ama uzun bir süre içki içmeyeceğim...Erken yaşlanacağım yoksa...


Adaya giderken Boğaz'ı geçmek zordu; dalgalardan heryerim çürüdü, bu sabah herkes ama herkes bana "Ne oldu kollarına, kocan mı dövdü?" diye soru yağmuruna tuttu...Hakkaten kıpırdayamıyorum...Ama 'yolculuk' esnasında şahane birşey oldu; Moda'dan geçerken onlaca yunus bize eşlik ettiler... Öyle yanlarımızda değil, dibimizde...Elimi uzatsam dokunacaktım, denedim de ama tekne yüksek olduğu için ancak göz göze gelebildik...Hiç bu kadar yakın olmamıştım yunuslara...Muhteşem yaratıklar...O kadar güzeldiler ki; çocuklar gibi mutlu oldum...Yüzlerinde hep gülümseme olduğu için, insan ister istemez gülümsüyor onlarla birlikte...Olağanüstüydüler...


İstanbul'un kıymetini bilmek lazım. İnsan isterse tatildeymiş gibi hissedebiliyor bu şehirde...Boğaz, adalar, yunuslar, balıkçılar, lokantalar... Dünya'nın dört bir yanında, en iyi restoranlarında yemek yemişimdir; ama dün gittiğim Barbayani'nin yeri çok farklı... Hem çocukken yazlarımı geçirdiğim Burgaz adasının atmosferi, hem de rezil servise rağmen çok lezzetli yemekleri...Burasını bana yeniden tanıştırdığı için eski bir arkadaşıma teşekkür etmem lazım...


Sonuçta yine çok güzel bir hafta sonu geçirdim...Ama kendi kendime bir söz veriyorum; bir daha bu kadar içmek yok :)))

4 Mayıs 2007 Cuma

Boş vaktim varken...

Cuma akşamı evime gitmek istiyorum, ama burada ofiste oturuyorum...Tek bir neden var : Trafik. Neden Cuma akşamları diğer günlerden farklıdır? Herkes aynı anda Cuma akşamı eve gitmek isterken, diğer günler istemezler mi? Trafikte oturup, dünyanın en pahalı benzinini öylece yakmak istemiyorum, bir de nedense trafikte psikolojik açıdan herkes kendini çok üstün görüyor ya, kendini herkesle eşit hissediyor ve her önüne gelene küfür etme özgürlüğünü hissedebiliyor ya, o yüzden bu deliliğin içine girmektense ofisimde oturup, maillerime, web sitelerine bakıp duruyorum...Sakin bir Cuma istiyorum, koşuşturma olmadan, "şu saatte şurda olmam lazım" "trafiği şu saatte atlatırsam, şu saatte orada olabilirim"ler olmadan...


Vito varken trafiğe katlanmak daha zordu; muhakkak en geç 7'de evde olmam lazımdı ki, 8'e kadar yürütüp, üstünü başını toplayıp yemeğini verebileyim...Tüm bu işlerin bitmesi en erken 9'u bulurdu...Programlarımı ona göre yapardım haliyle..."Akşam 8'de yemeğe gidiyoruz!" "Saat 7:30'da hazır ol seni alıyorum" " Ofis çıkışı balık yiyelim" "Atlayalım uçağa güneye gidelim" tüm bunlar hayaldi... Bir gün şikayet etmedim... O kadar seviyorum çünkü Vito'yu...Yemeğini yedikten sonra Vito duşa girdiğimi görünce anlardı dışarı çıkacağımı... Hazırlanırken yanımda yatar, öyle üzgün gözlerle beni incelerdi...Ben de farklı değildim. Kapıdan çıkarken bakmak istemezdim gözlerine, içim sızlardı...Ama tüm bunların en keyifli yanı gece eve geldiğimde beni heyecanla bekleyen birinin olması... Bayılırdım gece gelip ona sarılmaya...


En sevdiğim ayın içindeyiz. Mayıs ayı güzel bir ay...Bugün öğlen de bunu doyasıya hissettim. Oturduğum yer Anavutköy'e çok yakın, daha önce hiç gitmediğim bir yere öğle yemeğine gittim. Bir kaç arkadaşım ile gittiğimizde 12'yi biraz geçiyordu. Öğleden sonra üç buçuktu ofise döndüğümde.... Buz gibi bir bira, ızgara levrek, müzik, pofuduk koltuklar, deniz havası ve hoş sohbet...Pazar gününü planladık. Hava sıcaklığı 30'a geleceği için denize girelim dedik. Artık Pazar günü denize girer miyim bilmem, ama umarım güzel bir gün olur...Cumartesi günü de kafadan güzel geçecek; bir de tuttuğum takım Beşiktaş, Fenerbahçe'yi yenerse...

3 Mayıs 2007 Perşembe

itunes, youtunes, hetunes...wealltunes!!!


Yeni birşeyin heyecanı çok güzeldir. Bugün bu yazımı yepyeni PC'mle yazıyorum...Ama akşamları çok uykusuz kaldım; programları baştan yükle, dosyalarım, resimlerim, müziğim... Hele itunes... Bir bilgisayardan bir diğerine müzik kopyalanmasın diye ellerinden gelen herşeyi yapmışlar...Bir baktım annem ağlıyor... "Hayrola anne" dedim..."itunes'u yüklemeye çalıştığını duydum, ona ağlıyorum kızım"dedi...Anamı ağlattı yani, herhalde biraz ilgim olsa; CIA, KGB ya da Mossad dosyalarına daha kolay erişebilir, download edebilirim...

Neyse yavaş yavaş hepsini topluyorum... Ama bütün bu yüklemelerden çok enterasan bir iki şey gördüm...

Nasıl insan eski elbiselerini atmaya kıyamaz ya da bir daha hiç giymeyeceği ayakkabılarını ihtiyacı olanlara vermez; aynı şey eski dosyalar içinde geçerliymiş! Hiçbir ihtiyacım olmadığı halde bir sürü abuk subuk dosyalarımı saklamışım onca yıldır... hayır arada girip okumuş olsam ya da belki birgün ihtiyacım olacağını düşünmüş olsam falan neyse, son düzeltme tarihleri bile Vito'nun doğumundan önce...Niye tutmuşum bilmiyorum, yer de tutuyorlar ama taşımışım işte o pc'den bu pc'ye...Eski ajans notlarım, reklam sektörü tabloları, arkadaşlarımın yazmış olduğu kısa notlar, hukuksal makaleler, tatil planlarımın olduğu dökümanlar, gelirlerim ve giderlerimin olduğu harcamalar dosyaları, faturalarımın bilgileri, bibliografiler vs vs vs... Hepsine şöyle bir baktım sonra da çöp kutusuna...
Bu kadar bilgiyi saklamanın bir manası yok!
Bir diğer bilgi ise; içinde hayatım sayılabilecek dosyalarımın toplam 20 GB olması...Büyük bir kısmıda resimlerim ve videolarımdan oluşuyor haliyle...En çok da Vito'nun dosyaları yer kaplamış... Vito'nun horlaması, denize girmesi, koşması, yürümesi, yemek yemesi... Herşeyini kaydetmişim. Asla sıkılmadan izliyorum...İleride paylaşabileceğim en güzel anılarım hemen hemen onunla...

O kadar kaptırmışım ki dün programları yüklemeye, yüklerken dosyalara bakmaya, bir ara elim devamlı "copy, paste" tuşlarında...Arada da mutfağa gidip kendime içecek birşeyler hazırlıyorum falan...Nasıl oldu farketmedim, elimden bardak yere düştü... O saniye içinde "problem yok! Hemen bir 'undo', bardak aynen yerine" diye düşündüm...Eminim herkesin böyle saniyeleri olmuştur... Hayatında 'undo' yapabilmek iyi mi kötü mü bilmiyorum, ama iki gerçek var; biri undo konusunu tartışmaya gerek yok, undo falan yapamıyoruz, hayatımıza devam; bir diğeri de mutfağın ortasında öylece kalakaldığım...Tabii küfürlerimin eşliğinde bir de ortalık toplamak zorunda kaldım...

Sanırım saat 3'e geliyordu yattığımda...yatarken bile kafamda itunes'u nasıl kopyalarım, bilgiler nasıl aktarılır, ofisimdeki müziği de transfer etmek lazım diye düşünüyordum...Neyse bir şekilde bütün müziklerim yerini alacaklar...Ama itunes bunun bir yolunu bulmalı, sonuçta teknoloji hayatımı kolaylaştırmalı, duygusal bağlarım gibi ne o öyle, onu düşün bunu düşün, nasıl yaparım da böyle olur diye kafamı patlatmak zorunda kalmamalıyım...Bir de tonla para veriyorum daha çok keyif alabileyim diye, kafamı patlattığı gibi gecelerimi de uykusuz bırakıyor...


Böyle gecelerde Vitoyu çok arıyorum... Hep arıyorum ama böyle gecelerde daha bir başka...Dün gecede çeşitli programları yükledikten sonra 'downloading was successful' notu ekranımda belirdiğinde, müthiş bir zafer kazanmış gibi havalara sıçradığım olmadı değil. Eskiden olsa, Vito'ya koşar yanaklarını bir o yana bir bu yana çekiştirip uyandırırdım...Koca adam da hiç aldırmadan, uyandırılmasına hiç kızmadan bana eşlik ederdi...


itunes, mytunes...Dün gece bir kere daha anladım ki, hiç kimse ya da hiç birşey onun yerini asla tutamayacak...Onun yeri her zaman hem kalbimde, hem evimin duvarlarında hem de yeni tüm PC'lerimde olacak...